Ağaçların Doruklarındaydım, Bir Kanat Uzaklığında Gökyüzü
Oysa biz de biliriz unutuluşu; rüzgârı, çürümeyi, düşen bir yaprağın acısını hissedebildiğimiz için, bir kuşu, bir bulutu sevebildiğimiz için, gidenler çoğu zaman dönmedikleri için…
I: VARLIK
Hiçbirimiz bir diğerinin aynısı değiliz
BEN hep olduğum yerde dururum. Benim var oluşum durağanlıktır. Sessiz, sonsuz gökyüzü altında öylece, kıpırtısız dururum. Aslında hiç devinimsiz değilim, çok ender, tuhaf rastlantılar sayesinde kıpırdayabilir, yer değiştirebilirim. Ancak bu kesinlikle dışarıdan bir etki demektir, beni aşan, üzerinde hiçbir denetimim olmayan güçler nedeniyledir. Bu yer değiştirmeler, oynamalar sayesinde değişimin olası olduğunu, böylece zamanın aktığım, hiç kıpırdamadığımda bile beni değiştirdiğini biliyorum. Ölümlü olup olmadığımı henüz bilmiyorum. Çevremde bana benzeyen birçokları daha var, hepimiz aynı türe ait olmalıyız, ama hepimiz birbirimizden farklıyız; hiçbirimiz bir diğerinin aynısı değiliz. Çevremdekilerin çok azını duyumsayabiliyorum, sadece bana değenleri; onların da bütününü değil, yalnızca bana dokunan bölümlerini. Onları canlandırabilmem için bu kadarı yeterli. Kendimi tanıdığım gibi onları da tanıyabiliyorum. Hiç duyumsamadıklarım da dahil, benim türüme ait olanların tamamını tasarımlayabiliyorum. Bu esrarengiz güç, daha doğrusu, yetenek, bizi hep ilişkide tutar, ama birbirimize dokunmak dışında iletişimimiz yok sayılabilir. Dış güçler bütünüyle rastlantısal bir şekilde, içimizden birini seçebilir, ama bizim için “Özellik” yoktur. Hepimiz zaten farklı ve tekiliz.
II: GÖKYÜZÜ
“Gökyüzünde yürüyorum/ Yanımda bir kuş” [Kızılderili Şiiri]
AĞAÇLARIN doruklarındayım, bir kanat uzaklığında gökyüzü. Kuşlarla beraber yürüyorum, akşam olup güneş battığında gözlerinde uçacağım bir kırlangıcın. Yukarısı, derin, derin, derin bir gökyüzü, sessizliğin karşı konulmaz utkusu. Gökyüzü geniş, engin, sonsuzdur; dallar ise dar, güçsüz, kırılgan. Ona uzanırlar sadece, dokunup renklerini bırakırlar onunkinin üstüne. Acı çekmiyorum. Bulutların gittiği yönde, çok uzaklarda, unutulmuş bir ülke olmalı. Ben de gitmiş olacağım, kırıldığında gökyüzü ve dallar sardığında soğumuş gövdemi. Serin bir rüzgâr esecek, yapraklan savuracak oraya buraya, güneş doğacak. Hiçbir şey hatırlamayacağım.
IV: YOKLUK
[Bir Apaçi Efsanesi]
DİMDİK dururuz ayakta, yan yana, güçlü, birbirimize bakmadan, dokunmadan. Beraberce aynı uyumlu dansı tekrarlarız sürekli. Toprağın uzantısıyızdır gökyüzüne, güneşin uzak çocukları, gün ışığının sahipleri. Zamanı ilgisiz seyrederiz. Oysa biz de biliriz unutuluşu; rüzgârı, çürümeyi, düşen bir yaprağın acısını hissedebildiğimiz için, bir kuşu, bir bulutu sevebildiğimiz için, gidenler çoğu zaman dönmedikleri için. Gün gelip de teker teker yıkılacağımızı, dansın ise hep süreceğini biliriz.
İŞTE, bu çukur olmalı. Sierra Madre’lerde gizlenmiş, bu hiç görülmeyen, hiç ulaşılmayan kum çukur. İşte burada eski kabile hayatlarını yaşamayı sürdürür ölülerimiz, hiç ölmemiş gibi. Atları ve silahları da onlarladır; birlikte ölmüş ve gömülmüşlerdir zaten o atlarla; yayları eskimiş ve okları azalmış olsa da avlanmaya devam ederler. Av dönüşleri dans ederek zaferlerini kutlarlar, tıpkı bizim gibi; kötülüğe, acıya ve ölüme karşı büyüler yaparlar. Kutsal davul hiç susmaz, Büyük Peyote yaşayanların haberlerini ve gün ışığının soluğunu gönderir. Arada bir, içlerinden biri başını kaldırır ve hüzünlenerek bakar sonsuza dek yitirdiği dağlara. Bazen geride bıraktıklarının özlemi o kadar dayanılmazdır ki, dik yamacı tırmanmaya ve çukurdan kurtulmaya çalışır; unuttuğu ya da yarım bıraktığı bir şeyin peşindedir belki, daha yaşamak istiyordur; ama kumlar çok kaygan, yamaç çok diktir. En güçlü savaşçı bile yeryüzüne varamaz. Kayalar yumuşadığından ve topraklar yitirildiğinden beri kutsal ağaç yok oldu; artık ölüler de geri dönmek istemiyor.
Aslı Erdoğan, Mucizevi Mandarin