POLİTİKANIN ANLAMI

F89u...Lp3o
11 Feb 2024
64


1) POLİTİKANIN ANLAMI VE NİTELİKLERİ


Politika nedir?

Bu soruya eski çağlardan bugüne kadar çeşitli cevaplar verilmiştir. Verilen cevaplar ve yapılan tanımlamalar bir tahlilden geçirildiği zaman, bunların başlıca iki değişik ve karşıt görüş etrafında toplandığı, daha doğrusu politikanın birbirinden tamamen farklı ve birbirine zıt iki ayrı yönünü yansıttığı görülür.

Bir görüşe ve anlayışa göre, politika toplumda yaşayan insanlar arasında bir çatışma, bir mücadele ve kavgadır. İnsanlar yaradılışları, sosyal ve ekonomik durumları bakımından değişik fikirlere ve değişik çıkarlara sahiptirler. Aralarındaki düşünce, çıkar ve psikolojik eğilim farklılıklarından doğan çatışma politikanın temelini oluşturur.

Bir bakıma, çatışmanın asıl konusu toplumdaki değerlerin paylaşılmasıdır denebilir.

Çatışmanın hedefi ise, iktidarın ele geçirilmesidir. Toplumdaki çeşitli gruplar siyasal iktidarı elde etmek ve onu kullanmak suretiyle kendi görüşlerini ve çıkarlarını gerçekleştirmek amacını güderler.

Şu halde hedef kısaca, iktidarın ele geçirilmesi ve onun sağladığı yararların (nimetlerin) paylaşılmasıdır. Politikanın sadece bu yönü üzerinde durulacak olursa, o zaman onun belki en iyi tanımının Amerikalı siyasal bilimci Harold Lasswell siyaset bilimci tarafından yapıldığı kabul edilebilir ve politika, "Kimin, neyi, ne zaman, nasıl elde ettiğini" belirleyen bir faaliyet olarak nitelendirilebilir.

Fakat acaba politika sadece insanlar arasında bir çatışmadan ve iktidar kavgasından mi ibarettir? Bu konuda görüşlerini açıklayan düşünürlerin bir kısmı bunun böyle olmadığı kanısındalar.

Karşıt temel görüşü temsil eden bu düşünürlere göre politikanın amacı her şeyden önce toplumda bütünlüğü sağlamak, özel çıkarlara karşı koyarak genel yararı ve insanların "ortak iyiliğini" gerçekleştirmektir.

İdealist ve bir bakıma ütopik diyebileceğimiz bu ikinci anlayış tarzına bakılırsa, politika herkesin yararına olan bir toplum düzeni kurma çabasından başka bir şey değildir.

Aslında, biraz önce de belirttiğimiz gibi, bu iki karşıt yorumdan her biri gerçeklerin ancak bir yönünü yansıtır. Burada Duverger e katılarak diyebiliriz ki, politika gerçekte hem bir çatışma ve iktidar kavgasıdır, hem de -hiç değilse bir ölçüde- toplumun bütün üyelerinin yararına olabilecek bir düzen yaratma aracıdır.

Bunlardan yalnız birisi üzerinde duranlar, ellerindeki büyüteci politikanın yalnız bir yüzü üzerine tutmaktadırlar.

Birinci görüş iktidar kavgasını sadece "post kapma" ve "ganimet paylaşma" çerçevesi içinde değerlendirirken her zaman için geçerli olmayan fazla karamsar bir genellemeye gitmektedir.

Buna karşılık ikinci görüşün ise olan ı değil, daha çok "olması gerekeni belirtmekte olduğu ve bu yüzden gerçeği bütünüyle kapsamaktan uzak düştüğü söylenebilir.

Sosyal olaylar ve sosyal gerçekler genel olarak çok yönlü ve karmaşık bir nitelik taşırlar. Politika ve onun ana konusu olan iktidar olgusu da böyledir. Bunu olduğu gibi kavrayabilmek için, mümkün olduğu kadar geniş bir görüş açısından bakmak gerekir. Bu geniş perspektif içinde politikayla ilgili olarak aşağıdaki belli başlı karakteristik noktaları saptamak mümkündür:

1) Her şeyden önce politika, zaman ve mekân bakımın-dan evrensellik ve süreklilik niteliklerine sahiptir. Eski çağlardan bugüne, en ilkelinden en gelişmişine kadar tarih için-de insan toplulukları siyasal bir nitelik taşıya gelmişlerdir. Bu değişmeyen bir olgudur.

İnsanlar arasında düşünce ve çıkar ayrılıkları var olduğu sürece bu ayrılıkların doğurduğu bir çatışmada var olacaktır ve dolayısıyla politika da var olacaktır.

2) Politikanın özü toplumdaki değerlerin dağıtımı ile ilgili bir görüş ve çıkar çatışması, bir iktidar mücadelesidir. Fakat bu çatışma ve mücadelenin asgari bir anlaşma temeli üzerinde cereyan etmesi gerekir.

Bu asgari anlaşma temeli toplumsal barış ve düzendir. Belli davranış kurallarından meydana gelen kamu düzeni, siyasal mücadelenin çerçevesini ve sınırlarını çizer. Çatışmaya bir sınır çizilmediği takdirde bunun kaos, kargaşa, anarşi ve iç savaşa dönüşmesi kaçınılmazdır.

Toplumdaki gruplar ve sınıflar arasındaki siyasal mücadelenin çeşitli yolları ve yöntemleri vardır: Ancak kaba kuvvet ve şiddet bunlar arasına giremez. Şiddetin ve silahlı çatışmanın baş gösterdiği yerde politika biter ve savaş başlar.

3) Politika sadece bir çatışma değil, fakat aynı zamanda bir uzlaşmadır. Siyasal faaliyet genellikle karar alma, kural koyma ve bunları yürütme şeması içinde ele alınır.

Toplumda değişik sosyal gruplar değişik istekler öne sürerler ve bunların gerçekleştirilmesi için iktidar üzerinde etki yaratmaya çalışırlar. Pratik alanda, bu isteklerden herhangi birinin hiçbir değişikliğe uğramaksızın aynen kabul edildiği ve karar haline geldiği ender görülür.

Genellikle siyasal kararlar, çeşitli yönlerden gelen etkileme çabalarının karşılıklı olarak birbirlerini dengeleme sonucunda az çok bir uzlaşma olarak ortaya çıkarlar. Bu bakımdan politikayı “belli bir toplumda çatışma halinde olan çıkarların uzlaştırılması faaliyeti" olarak tanımlayanlar olmuştur.

Uzlaşma şüphesiz ki her zaman ve her halde çatışan isteklerin ve çıkarların "ortalamasının" bulunduğu ve bunlar arasında tam bir denge kurulduğu anlamına gelmez.

Karşılıklı etkileme çabaları sonunda ortaya çıkan siyasal karar çoğu zaman etkileme gücü daha fazla olan ve iktidar üzerinde ağırlığını daha fazla duyurabilen sosyal grubun lehine olacaktır.

Ancak, çoğulcu toplumlarda bir sosyal grubun –iktidarı elinde bulundursa dahi- diğer sosyal gruplar üzerinde mutlak bir üstünlük kurmasından ve kendi görüş ve isteklerini, onlardan hiç taviz verme zorunda kalmaksızın diğerlerine yüzde yüz empoze etmesinden söz etmek mümkün değildir.

Bu açıdan bakıldığında, politikanın yönetme ve itaat etme şeklinde bir "iktidar ilişkisi" olma niteliği yanında, "siyasal kararların alınmasına katılma" niteliğinin bulunduğu da görülür.

4) Politikanın, her türlü değer yargısından uzak, çıplak bir kuvvet ve çıkar çatışmasından ibaret olarak düşünülmesi tartışma götürür bir görüştür. Politika insanların yaşayışlarını yakından ilgilendiren ve etkileyen bir faaliyettir.

İnsanlar bu faaliyetin bir amacı olması gerektiğini ve bu amacın da kendi yaşantılarını daha iyiye götürmek olduğunu düşünürler. Siyasal iktidardan da bunu beklerler.

Siyasal iktidara itaat, onun doğruluğu ve haklılığı, başka deyişle "meşruluğu“ hakkında beslenen inançla orantılıdır. Burada, politikanın ve politika biliminin temel kavramlarından biri olan "meşruluk” kavramının karşımıza çıktığını görüyoruz.

İktidar, salt bir olgudan ibaret değildir. Onun meşruluğu hakkında yönetilenler tarafından beslenen inanç (ya da inanç noksanlığı), ileride etraflıca göreceğimiz gibi, neticede iktidarın şeklini, niteliğini ve tipini belirleyen önemli bir unsur olarak ortaya çıkar.

İnsanlar hiçbir zaman politikayı salt bir iktidar kavgasından ibaret görmemişler ve otoritenin meşruluğu, en iyi yönetim şeklinin hangisi olduğu ya da olabileceği sorununu araştırmaktan geri kalmamışlardır.

Raymond Aron isabetli olarak belirttiği gibi: “politikanın "iktidar kavgası" yönünü görmemek saflık olur; fakat onu sadece iktidar kavgasından ibaret saymak da, aldatıcı olmaktan öteye gitmez”.


II) SİYASAL İKTİDAR VE EGEMENLİK

1) Egemenlik

Geleneksel olarak egemenlik devlet kavramı ile birlikte incelenir. Bu klasik yaklaşım, egemenliğin uzun süre devletin temel niteliğini ve onun ayırt edici kriterini (ölçütünü) oluşturduğu görüşüne dayanmıştır. Biz bu tutumdan ayrılarak egemenliği siyasal iktidar kavramı ile birlikte incelemeyi daha doğru buluyoruz. Zira bu ikisi birbiriyle çok yakın ilişkisi olan ve çoğu zaman birbirleriyle karıştırılan kavramlardır.

2) Egemenlik Kavramının ve Klasik Egemenlik Teorisinin Ortaya Çıkışı

Egemenlik kavramının ilk defa olarak tanımlamasını yapan, onu sistemleştirerek belirli bir teori haline getiren ünlü Fransız hukukçusu Jean Bodin' dir.

Bodin, 16. yüzyılın sonlarına doğru yayımladığı "Devletin Altı Kitabı" isimli eserinde egemenliği ülkede yaşayan bütün insanlar, "bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar" olarak tanımlıyordu.

Böylece egemenlik, Bodin göre, sınırsız ve mutlak bir iktidardır. Egemenlik aynı zamanda tektir, bölünemez ve devredilemez. Başka deyişle, belli bir ülke üzerinde ancak tekbir egemen kudret olabilir ve bu egemen kudret bölünemeyeceği gibi başkasına da devredilemez. Bodin Hobbes ve Austin'e gelinceye kadar klasik egemenlik teorisinin başlıca temsilcileri onun bu niteliklerini ısrarla vurgulamışlardır.

3) Egemenliğin Değişik Anlamları

Egemenlik bir defa dış egemenlik ve iç egemenlik diye ikiye ayrılmaktadır. Dış egemenlikten, kısaca, devletin dışarıda başka hiçbir devlete bağlı olmaması, herhangi bir şekilde başka bir devlete tabi bulunmaması anlaşılır.

Bu kavram günümüzde (Birleşmiş Milletler Antlaşması'nda da belirtildiği gibi), devletlerarası ilişkilerin hukuki eşitlik statüsüne dayanması anlamına gelir. Öte yandan Dış egemenlik yerine bağımsızlık kavramının kullanılması daha isabetlidir.

İç egemenlik kavramının şimdiye kadar başlıca iki değişik anlamda kullanıldığı görülür. Birincisi, egemenliğin ilk ve asıl (orijinal) anlamıdır: Bu, devlet iktidarının en üstün olma, sınırsız ve mutlak olma, bölünmez ve devredilmez olma gibi niteliklerini belirtir.

İkinci anlamıyla egemenlik, devlet iktidarının niteliğini değil fakat doğrudan doğruya kendisini, onun içeriğini ve kapsamını ifade eden bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır.

4) Klasik Egemenlik Kavramı Günümüzde Geçerli midir?

Uzun zaman devletin başlıca kriteri ve devlet iktidarının en önemli özelliği olarak kabul edilen klasik egemenlik kavramı 20. yüzyılın başlarından itibaren tartışmalara konu olmuş ve çeşitli yönlerden eleştirilmiştir.

Gerçekten, mutlak üstünlük, sınırsızlık, bölünmezlik gibi nitelikleriyle bu kavram günümüzün değişen ve gelişen devlet ve iktidar anlayışı karşısında savunulması artık imkânsız hale gelmiştir. Aşağıdaki noktaların kısaca belirtilmesi bu gerçeğin tam bir açıklıkla ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

a) Her şeyden önce, mutlak ve sınırsız bir iktidar olarak anlaşılan egemenlik, zamanımızın "hukuk devleti" anlayışı ile bağdaşamaz. Hukuk devleti, hukukla bağlı ve sınırlı bir devlet görüşüne dayanır.


Bugün için, her istediğini yapabilen ve hiçbir kayıt tanımayan "egemen" iktidar tipine, bırakalım demokratik hukuk devletini bir yana, hiç de bu nitelikte olmayan rejimlerde bile rastlamak güçtür.

b) Klasik egemenlik kavramı mutlak ve sınırsız olma özellikleri yönünden modern devlet anlayışı ile bağdaşmazlığı dışında "tek", "bölünmez" ve "en üstün" olma nitelikleri bakımından da çözülmesi güç problemler ortaya çıkarır. Bunların en önemlilerinden biri federal devlet problemidir.

Çünkü federal devletler ikili bir yapıdadır. İç içe geçmiş ikili bir yapı klasik egemenlik anlayışıyla açıklanamaz.

c) Nihayet, egemenlik teorisinin, kuvvetler ayrılığı ilkesi ile bağdaşmazlık ve çelişme gösterdiğine de işaret etmemiz gerekir.

Bu ilkeye göre düzenlenen anayasalarda, devlet gücünün yasama, yürütme ve yargı organları tarafından kullanılacağı belirtilmiştir. Böylece egemenliğin kullanılışının birbirinden ayrı ve birbirinden az veya çok bağımsız organlar arasında bölüştürülmesi, onun bölünmezlik niteliği ile açık bir çelişki yaratmaz mı?

Yukarıda kısaca belirtmeye çalıştığımız noktalar, öyle sanıyoruz ki, klasik egemenlik teorisinin günümüzde değerini ve geçerliliğini kaybetmiş olduğunu ortaya koymaktadır.

5) Egemenliğin Modern Karşılığı: Kurucu İktidar Kavramı

Yazılı bir anayasaya ve hukuk normları hiyerarşisi yönünden "anayasanın üstünlüğü" ilkesine dayanan rejimlerde siyasal iktidar en üstün otorite değildir.

Şu halde gerçek "üstün" iktidarın, anayasayı yapan iktidar olması gerekir. İşte bu durumu göz önünde bulunduran bazı yazarlar, devlet içinde "Kurucu iktidar" ve "Kurulu iktidar" diye bir ayrım yapmanın gerekli olduğu ve "egemen" kudretin de ancak kurucu iktidara ait olabileceği görüşünü ileri sürerler.

Kurucu iktidar, devletin temel hukuk düzenini kuran, siyasal iktidarın hangi organlar tarafından, nasıl ve hangi sınırlar içinde kullanılacağını belirten, herkes için bağlayıcı üstün anayasa normlarını koyan iktidardır.

Kurulu iktidar, kaynağını ve yetkilerini anayasadan alır ve bu yetkileri gene anayasa tarafından çizilmiş olan sınırlar içinde kullanır. Toplumdaki diğer sosyal iktidarlardan daha üstün olmakla beraber ve kişiler için olduğu kadar bütün sosyal gruplar için de uyulması zorunlu kararlar alma yetkisine sahip bulunmakla beraber, hukuki bakımdan en üstün iktidar değildir. Her istediği kararı alamaz, her istediği kanunu çıkaramaz, her istediği emri veremez; kendisini bağlayan hukuk kuralları (anayasa kuralları) buna engel olur.

Kurucu iktidar" yeni bir sistem, yeni ilkeler ve belki de yeni bir ideoloji (dünya görüşü) temeline dayanan yepyeni bir anayasa meydana getirecektir. Bunu yaparken iradesini herhangi bir şekilde kısıtlayan veya kayıtlayan yazılı ve üstün bir hukuk kuralı ile bağlı değildir.

Kendisinin üstünde başka herhangi bir iktidar veya otorite yoktur. Kısaca, teorik bakımdan tam anlamıyla bağımsız ve üstün bir iktidara sahiptir. İşte, mutlaka egemenlikten söz etmek gerekiyorsa ancak bu nitelikte bir kurucu iktidarın egemenliğe sahip olduğu söylenebilir.

6) Kurucu İktidarın "Egemen" İktidar Olarak Sosyolojik -politik Açıdan Değerlendirilmesi

Yukarıda salt hukuk açısından yapmış olduğumuz tahlil, bizi "kurucu iktidar" kavramının zamanımızda egemenliği karşılayabilecek bir kavram olduğu sonucuna götürmüş bulunuyor. Ancak soyut hukuk mantığı yönünden geçerli sayılabilecek olan bu tahlil, sosyal ve politik gerçekler yönünden geçerli değildir.

Meseleye bu açıdan bakacak olursak, kurucu iktidarın da siyasal anlamda "egemen" olmadığını görürüz. Toplumun temel düzenini değiştirirken veya yeni baştan kurarken, kurucu iktidarın gerçekten bağımsız bir iradeyle hareket ettiği ileri sürülebilir mi?

Onun normatif yönden hiçbir üstün kuralla bağlı olmayışı, pratik (fiili) bakımdan da her türlü etkiden uzak olduğu anlamına mı gelir? Şüphesiz ki hayır.

Bütün iktidarlar gibi kurucu iktidar da boşlukta değil, fakat sosyal bir çevre içinde faaliyet gösterir. Ve bütün iktidarlar gibi kurucu iktidar da sosyal çevreyi etkilediği kadar, kendisi de o çevreden gelen isteklerin, beklentilerin, eğilimlerin ve akımların etkisine açık bulunur.

Şu halde, "egemen" iktidar olarak kurucu iktidarın hukuken yapabilme yetkisine sahip olduğu şeyle, fiilen yapabileceği şeyi birbirinden iyice ayırmak gerekir.

Görülüyor ki egemenlik, kurucu iktidar olarak hukuk düzeyinde belli bir anlam ifade etse bile, siyasal açıdan pek fazla anlam ve değer taşımamaktadır.

Çünkü sosyal gerçeklik alanında, her zaman her istediğini yapabilen, her türlü kayıt ve etkiden uzak, tamamen bağımsız ve üstün "egemen" bir iktidar yoktur.


SİYASAL İKTİDARIN MEŞRULUK TEMELİ

Bütün siyasal topluluklarda, devlet dediğimiz bütün kuruluşlarda mutlaka bir siyasal iktidar ve bu iktidarı kullanan, yani karar alma, emir verme ve bu karar ve emirleri gerektiğinde zora başvurarak yürütme gücüne sahip bir kişi veya bazı kişiler daima mevcut olmuştur. Bu bir evrensel olgudur.

Siyasal iktidarı kullananlar başkalarına emretme ve onları bu emirlere uymaya zorlama yetkisini nereden alırlar? İktidarlarının kaynağı ve dayanağı nedir? Toplumda yaşayan insanlar onların karar ve emirlerine niçin itaat ederler?

İktidar sahiplerinin belli bir zamanda şu veya bu yoldan toplumda üstün fizik gücü ellerine geçirmiş olduklarını ve bu güce dayanarak toplumu yönettiklerini söylemek bu soruları tam olarak karşılayan bir cevap sayılmaz.

Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, sadece fizik zorlama gücüne, sadece kaba kuvvete dayanan bir iktidarın uzun süre ayakta kalması hemen hemen imkânsızdır.

Onun içindir ki, iktidarı ellerinde bulunduranlar daima halkı (yönetilenleri) yalnız emretme ve yönetme gücüne değil, fakat aynı zamanda emretme ve yönetme hakkına sahip olduklarına inandırmaya çalışmışlardır.

İktidarın rastgele elde edilmeyip bir hakka dayandığı fikrinin kabul edilmesi ölçüsünde o iktidar meşru bir iktidar olur.

Meşru bir iktidara itaat de yönetilenler için bir görev haline gelir.

İktidarın meşruluğu problemi çok eski zamanlardan beri doktrin alanında üzerinde durulan ve tartışılan önemli bir sorun olmuştur. Bu konuda çeşitli teoriler bulunmaktadır.

KLASİK (GELENEKSEL) MEŞRULUK TEORİLERİ


Teokratik Teoriler

Demokratik Teoriler

Milli Egemenlik Teorisi



Siyasal iktidarın meşruluk temeli önceleri gökyüzünde, Tanrıda ve kutsal kaynaklarda aranmıştır.

En eski zamanlardan ve ilkel toplumlardan yakın zamanlara kadar bu inanç değişik şekillere ve anlayışlara bürünerek uzanır gelir. Bu teolojik meşruluğun en ilkel türünü eski çağların Tanrı-Krallarında görmek mümkündür.

Mısır firavunları bize bunun tipik örneklerinden birini verir: Firavun, Osiris Tanrısının oğludur ve kendisi de Horus Tanrısıdır.

Her yeni firavunun tahta geçişinde Horus un yeniden doğduğu efsanesine inanılmaktaydı. Böylece hükümdar aynı zamanda bir yeryüzü Tanrısıydı ve onun iktidarına itaat sadece bir siyasal zorunluluk değil, aynı zamanda dinsel bir görev oluyordu.

Daha sonraları bu anlayış biraz değişmiş ve hükümdarın kendisinin Tanrı olmayıp, ancak "Tanrının oğlu" olduğu anlayışına geçilmiştir.

Çin imparatorlar da "Göklerin oğlu" sayılıyordu.

İslam devletlerinde de hükümdarların genellikle iktidarlarını din kuralları ile pekleştirme yoluna gittikleri görülür.

Osmanlı İmparatorluğu'nda padişah aynı zamanda halifelik sıfatını da üzerinde taşıdığı sürece hem dünyevi, hem de dini iktidarın başı olarak çifte destekten kuvvet almıştır. Unutulmamalıdır ki Osmanlı padişahı "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" sıfatını taşımaktaydı.

Mutlak monarşiler devrinde ve teokratik rejimlerde yaygın olan Tanrısal ve dinsel meşruluk kaynağının zamanımızda artık geçerliliğini kaybetmiş olduğuna şüphe yoktur. Bununla beraber, bu eski inancın bazı kalıntılarına hala rastlanmakta olduğunu da söyleyebiliriz.

Japonya'da, imparatorun kutsal bir kişiliğe sahip olduğu ve hükümranlık hakkını Tanrısal kaynaklardan aldığı inancı hâlâ yaygındır.

Demokratik Teoriler Milli Egemenlik Teorisi

Teokratik doktrinler, etkinliklerini 18. yüzyılın sonlarına kadar koruyabilmişlerdir. Ancak, bu yüzyıl içinde ortaya çıkan yeni fikir akımları, iktidarın meşruluk kaynağını gökyüzünde ve Tanrı iradesinde değil, fakat yeryüzünde ve toplumda aramak gerektiği görüşünü işlemeye başlamışlardır.

Özellikle Jean J. Rousseau tarafından geliştirilen bu fikirlerin 1789 Fransız ihtilalini büyük ölçüde etkilediğine şüphe yoktur. İhtilal ideolojisinin temel taşlarından biri olarak benimsenen milli egemenlik doktrini zamanla diğer birçok ülkelere yayılmıştır.

Eskiden krala ait olan egemenlik tacı, onun başından alınarak olduğu gibi milletin başına oturtulmuştur. Bu arada bilindiği gibi, bizim 1924 Anayasamızdan sonra 1961 ve 1982 Anayasaları da bu ilkeyi benimsemiş bulunmaktadırlar.

Milli egemenlik teorisine göre, belli bir zamanda ülkede yaşayan insanların kişiliklerinden ayrı bir manevi kişiliği olan millet, egemenliğin tek meşru kaynağı ve sahibidir.

Millet, fizik bir varlığa sahip olmasa da, bir "manevi kişi" olarak kendine özgü bir iradeye sahiptir. Egemenlik, bu "milli irade" de ifadesini bulur ve onun tarafından seçilen temsilciler vasıtasıyla kullanılır.


MEŞRULUK PROBLEMİNİN SOSYO-POLİTİK AÇIDAN İNCELENMESİ


1) Meşruluk ve Yasallık (Kanunilik) Kavramlarının Ayrılması

Siyasal iktidarın (belli bir siyasal sistemin) meşruluğu problemi ilk bakışta belki sadece hukuki bir problem olarak gözükebilir. Fakat aslında meşruluk sorunu hukuk alanını aşan, hukukun ötesinde olan bir sorundur.
Yasallık (kanunilik) kavramı ile meşruluk kavramını birbirinden ayırmak gerekir. Yasal bir yönetim, pozitif hukuka, yürürlükteki hukuk kurallarına uygun olan bir yönetimdir. Fakat pozitif hukuka uygun olan "yasal" bir yönetim, sosyolojik ve politik açıdan her zaman olmayabilir.

Burada, sosyolojik -politik meşruluktan ne anlaşılması gerektiğini şu kısa ön tanımlama ile açıklayabiliriz: Meşru iktidar, ona tabi olanlar (yönetilenler) tarafından meşru olarak kabul edilen, toplumda yaygın ve hakim olan "meşruluk" inancına uygun olan iktidardır.

Ancak siyasal hayatın biz verdiği örnekler, bu ikisinin aynı olmadığını ve "kanuniliğin“ her zaman toplumda iktidarın meşruluk temelini sağlamak için yeterli bulunmadığını göstermektedir.

Fransa'da 1789'da XVI. Louis iktidarı pekâlâ yasal bir iktidardı, fakat toplumda (yönetilenler arasında) meşruluğunu kaybetmiş bulunuyordu."






Yasallık meşruluğun temelini sağlamak bakımından yeterli değildir.

Öte yandan başlangıçta hukuken meşru olan bir iktidar zamanla bu meşruluğunu kaybedebilir veya bunun aksi de olabilir; yani başlangıçta hukuki meşruluğa sahip olmayan (örneğin, bir ihtilal sonunda işbaşına gelen) bir iktidar gene zamanla hukuki meşruluk kazanabilir.

Bu da gösteriyor ki, meşruluk sorunu yalnız iktidarın kaynağı bakımından değil, fakat kullanılışı bakımından da ortaya çıkmaktadır.

Başlangıçta meşru olan bir iktidar bu meşruluğunu sonradan nasıl kaybeder? Bu noktaya iki yoldan varılması mümkündür:

a) Siyasal iktidar, kendi hukuki meşruluğunun dayanağını oluşturan hukuk kurallarına (anayasa kurallarına) uymamak, onları kasıtlı ve sistemli olarak açıkça çiğnemek suretiyle meşruluktan uzaklaşabilir (Bizde Demokrat Parti iktidarının 27 Mayıs'tan önceki tutumu bunun en belirgin örneklerinden biridir).

b) İktidar, yürürlükteki hukuk kurallarına uymakla beraber, zamanla toplumda hakim olan meşruluk anlayışı ve inancı değişebilir. Bu durumda, iktidarın yasallık temeli açıkça ortadan kalkmamakla beraber, bir meşruluk krizi kendini göstermiş demektir.



Siyasal Açıdan Meşruluğun Önemi

Meşruluk, siyasal alanda, iktidarın sağlanması ve elde tutulması bakımından en önemli faktörlerden birini oluşturur.

Bir siyasal sistemde, yönetilenler iktidarın meşruluğuna inandıkları ölçüde onun kararlarına kendiliklerinden uyma eğilimi gösterirler; bu kararlara uymayı tamamen olağan, hatta gerekli sayarlar. Bu durumda iktidar (istisnai haller dışında) zora başvurma gereğini duymaksızın itaati sağlamış olur.

Aksi halde, yani yönetilenler arasında iktidarın meşruluğuna olan inancın zayıf veya düşük olması halinde ise, onun kararlarına kendiliğinden uyma eğilimi de zayıf olacaktır. Ve iktidar, itaati sağlamak için ister istemez fizik kuvvete, şiddete ve tehdide başvurma yoluna gidecektir.

Görülüyor ki kuvvet kullanma ve meşruluk birbirleriyle ters orantılıdır. Diktatörlükler, şiddet ve baskı yöntemlerine başvurmaktan çekinmeyen katı ve otoriter rejimlerdir.

Aslında bu onların gerçekten güçlü olduklarını göstermez. Aksine, rejimin meşruluk temelinin zayıf olması nedeniyle, ayakta kalabilmek için çıplak kuvvete dayanmak zorunda olduklarını gösterir.


KAYNAK https://kku.edu.tr/Anasayfa
https://keskin.kku.edu.tr/MeslekYuksekOkul
https://kariyer.kku.edu.tr/akademik/default.aspx?sicil=A-4161

Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to starceps

6 Comments

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.