YÜZYILLIK ÖMÜR

CqsK...pwmy
16 Jan 2024
33

M. depremin olduğu yıl bir enkaz yığınının içinde bu defteri bulmuştu. 20 yıl sonra bir gün içindekileri merak ederek okumaya başladı.
“Neden yazıyorum bütün bunları? Ne ehemmiyeti var? Yaşlı insanların geçmişe özlem duyarak sürekli eskiyi hatırladıkları söylenir. Geçmişte takılıp kalmak… Belki de doğrudur. … 
Sayfaları karıştırdı. Tarihi görünce okumaya devam etti.
1909 yılı Nisan ayının on üçüncü günü dünyaya gelmişim. Bu aynı zamanda babamın ortadan kaybolduğu gündür. Annem bu tarihi yineler dururdu. Babam öldükten sonra onun hakkında o kadar çok şey anlattı ki, yaşasaydı galiba daha az şey bilecektim. 
Annem iki düşük ve bir yaşında ölen ablamdan sonra beni bin bir güçlükle dünyaya getirmişti. Tek çocuğu hatta dünyadaki tek kıymetli varlığı olarak üzerime o kadar titrerdi ki anlatamam. Bu aşırı ilgi babasızlığın vermiş olduğu eksikliği hiçbir zaman doldurmadı ancak yine de annem didinir dururdu. Kumral yüzünde kocaman gözleri, gözlerinde hep bir buğu vardı. Mahzundu. Ancak çelik gibi iradesi ile tuttuğunu koparırdı. Ne de olsa paşa kızıydı. 
Babası Sultan Abdulhamit’in paşalarından biri olmakla birlikte kaşları her daim çatık, dik kafalı, mağrur bir adamdı. Otoriter tavrı ve çabuk parlayan bir mizacı vardı. Doğru bildiğini ne söylemekten geri durur, ne de yapmaktan sakınırdı. Sultan dâhil çevresinde herkesin saygısını kazanmıştı. Dedem, gayet disiplinli, ileri yaşına rağmen istinasız her gün işinin başında olan bir askerdi. Bir gün dinlendiği, işe gitmediği, hastalandığı görülmüş şey değildi. Aklı, bedeni, iradesi adeta kaya gibiydi. Özenle taranmış o uzun sakalının üstünde kalın, gür kaşlarını burmadan evden çıkmazdı. Kavruk teninin aksine apakça sakalları yüzünde kontrast oluşturur ve ona güçlü bir çehre katardı. Onu ilk kez gören biri üzerinde güçlü bir etki bırakır, tanıdığı herkes ondan çekinirdi. Eski dostları gençliğinde ne kadar deli olduğunu bildiğinden çekingenlikleri bir kat daha fazla olurdu. Genç bir subayken orduda namı “Deliağa” idi. Sebebini soracak olursanız her zaman ölüme gözü kapalı en önde atılması, hakperest ve kavgacı olmasıydı. En ufak haksızlığa hiç teamül edemez, karşısında kim olursa olsun canhıraş karşı koyardı. Annem, zabitliğinin ilk yıllarında bir bölük adamı nasıl dövdüğünü sürekli anlatırdı. Sebebi de ne olsa beğenirsiniz? Arkadaşının üzerine yanlışlıkla atılan elma çöpü yüzünden... Bir Osmanlı zabitine böyle muamele edilemez diyerek, yorgunluktan düşüne kadar dövmüş adamları. “Deliağa” namını boşa almamış sizin anlayacağınız. Annemin evliliğine de ilk önce razı gelmemiş dedem. Ancak daha sonra hatırı sayılır yerlerden ve hiç ummadığı kişilerden ricaların ardı arkası kesilmeyince daha fazla direnememiş. Dedemin asıl şaşkınlığı ise (babam ailesini küçük yaşta kaybettiğinden) kızını istemeye gelen devlet ricalini görünce olmuş. Bir esnafın devlet büyükleriyle nasıl alakası olabileceğini daha sonra anlamış tabii. Ancak işe gönülsüz razı olunca bu defa kızı vermekten ziyade damadı almış. Tek kızını öyle kolay verecek değilmiş. Bu vesileyle babam kayınpederinin gözünde saygınlık kazanmış. Biraz daha tanıyınca büsbütün oğlu gibi sevmeye başlamış onu.
Babam küçük yaştan beri esnaflık yaparak ailesini geçindirmişti. Yani kardeşlerine hem abilik hem babalık yapmış. Daha sonra en küçüğü hariç tüm kardeşlerini savaşlarda kaybetmiş. Babam al yanaklarının altında ince, zarif bıyıklarını her sabah özenle buran güleç bir adamdı. Tombul, yuvarlak yüzü her zaman traşlıydı. Kısa denemeyecek bir boyda ama şişmandı. Çok konuşurdu. Herkesi tanır her işini hallederdi. İnsanlarla çekinmeden tanışırdı. Çevresi, arkadaşı, dostu alabildiğine çoktu. Muhitinde kendini sevdirirdi. O meşhur deri yeleğini giymeden evden çıkmazdı. ‘Bu benim uğurum, nasibim.’ derdi. Annemi çok severdi. O kadar çok severdi ki, eve geç gelmediği zamanlar, ‘Hanım, o güzel ellerinden ne yiyeceğiz?’ derdi ve böylece iltifat etmiş olur, gülerek de mukabele ederdi. Uzun zaman çocukları olmamıştı. Bu yüzden üzülen annemi neşelendirmek için elinden geleni yapardı. Teselli edecek bin türlü şey söyler, daha olmazsa tüm gün ne yaptığını, işittiği dedikoduları, geleni, gideni, üşenmeden anlatır, türlü hikâyelerle annemi eğlendirirdi. Meğer duyduğu, yaptığı her şeyi söylemiyormuş. Bunu annem de muhakkak bilirdi. Ama bu kadar anlatacak şeyi nasıl buluyordu? Annem de şaşarmış doğrusu. Bir gün latife ederek, “Babam çok mu gevezeydi?” dediğimde annem çok kızmıştı. “Baban boş konuşmazdı, bir daha duymayayım.” Dedi. Bir daha da duymadı. Anlattıklarından hayal ettiğim kadarıyla böyle bir mahlûk çıkıyordu ortaya. Annem o mahlûka arada bir böyle çeki düzen verirdi. Ben de resim yapar gibi kafamdaki imajının aksak yerlerini siler düzeltirdim. Annem bana öfkelendiği böyle zamanlarda dayanamaz hemen sonra bağrına basardı. O da bendeki bu eksikliği bilir ve üzülürdü. Ama anlayamazdı. Bunun yerine babasızlığımı ve özlemimi onu anlatarak gidermeye çalışırdı. Büyüdükçe aynı hikâyelerden sıkıldığımı anladığı için yenilerini anlatmaya başlamıştı. Ona hiç belli etmedim ama herhalde bunları beni avutmak için uyduruyordu. Ben de uslu uslu dinliyordum. Biliyordum ki annem de anlattıkça iyileşiyor. 
Annem Hatice Sultan, sultanlığı ise gururundandır. Gururunu da babasından almıştı besbelli. Bakışları da onun gibi çakmak çakmaktı. Güzeldi, çok zayıftı ama güzeldi. Yıllar geçtikçe o bakışlar mahzunlaştı ve sulandı. Sulu göz bir kadın oldu. Yıllar onu çok değiştirdi ama kibre varan gururundan bir şey kaybetmedi. Babasını nasıl tantanalı ve heyecanlı anlatırdı bir bilseniz, anlatırken kurumlu bir duruşu olurdu ki sormayın. Anlatmaya böyle coşkuyla başlar, sonra o sulu göz kadın gelir hikâyeyi bitirirdi. Babamı anlatışında ise başka bir ruh hali olurdu. O paşa kızından eser kalmazdı. Babamı, annemin bu merhametli, yumuşak tarafının sevdiğini sanıyorum. Babam da annemi böyle sevmiştir. Ben ise her şeyini seviyordum onun. O ters taraflarını bile. O huysuz kadın arada ortaya çıkar, içinde bulunduğumuz duruma suçlular icat eder, onları bir güzel paylar demediğini bırakmazdı. Annemin bu tarafı üzülmeye, hüzünlenmeye gücü olmadığı zamanlarda peyda olurdu. Ortada biraz dolanıp hıncını dünyadan aldıktan sonra kabuğuna çekilirdi. Bu anlarda ben de bir kuytuya siner fırtınanın geçmesini beklerdim. Bilirdim ki o müşfik anne geri gelecektir. Bizim evin halleri böyle çalkantılı olurdu. 
Annemin bir kulağı hep kapıdaydı. Böylece yıllar geçti ama beklediği gelmedi. Şimdi düşünüyorum da annem babamın öldüğüne hiç inanmamış. Yine de biliyorum ki, ona kocasını beklediğini söyleseniz ya da ima etseniz bunu saçma bulurdu. Hatta kızardı. Dile getirdiğiniz şeyin anlamsızlığını bilirdi. Ama kapı çaldığında irkilmeden edemezdi. Evde ziyadesiyle babamın, dedemin, ninemin hayaletleriyle yaşardık. Bunlar bulunmadığında ise annemin hedefi belli olmayan öfke nöbetleriyle. Amcamın sözü ise hiç geçmezdi evde, bir gün çıkıp gelinceye kadar.
Yaşım gelince mahalle mektebine başladım. Memlekette savaşın ve sefaletin hüküm sürdüğü zamanlardı. Savaş kıyıda köşede ne varsa silip süpürmüştü. Annem çok bahsetmezdi bunlardan ama yoksunluk çektiğimizi hatırlıyorum. Okula yeni başladığım zamanlardı ki bir gün Ali Amcam çıkageldi. Babamın hayattaki tek kardeşiydi. Uzun boylu, esmer ve yakışıklıydı. Kemerli burnu, çatık kaşları sert mizacını perçinliyordu. Tüm bu özellikleri subay üniforması içinde ona müthiş bir heybet katıyor ve tüm odayı dolduruyordu. Evimize geldiği ilk günü ve sımsıkı sarılışını ömrüm boyunca unutmadım. Bu kucaklamada o kadar çok his vardı ki; pişmanlık, özlem, vefa ve daha bir sürü şey… İnsanın yıllarca düşündüğü, hissettiği, konuşamadığı her şey tek bir hareketle nasıl anlatılabilir? Mümkün müdür? Evet, bazen. Öyle olduğunu yıllar sonra anlayabiliyorum. Zaten amcam böyleydi, konuşmazdı, hislerini belli etmezdi ama sonra öyle bir şey yapardı ki, öyle bir bakardı ki tüm kalbini görürdünüz. Ancak onu başka zaman gördüğünüzde ise bu insandan eser kalmazdı. Duvar gibi sert ve soğuk bir asker olurdu karşınızda. Çağının çok ilerisinde aldığı eğitim ve görgüye rağmen duygularını ifade edememenin vermiş olduğu asabiyet ve ani parlamalar onun karakterinin ayrılmaz bir parçasıydı. Bu tavrı yaşadığı zamanın ruhuna belki uygundu, yadırganamazdı. Neyse ki bana karşı her daim baba şefkatiyle yaklaştı. İlk ve son defa asker olmak istemediğimi söylediğimde çok kızmıştı.
Çanakkale’de ağır yaralandıktan sonra doğruca kalkıp başkente gelmiş, bizi ziyaret etmişti. O günden sonra da cephede olmadığı zamanlarda beni ziyarete devam etti. Annem ağız ucuyla iki kelam ettikten sonra evde misafir yokmuş gibi ev işlerine koyulurdu. O da buna aldırmaz sadece benimle ilgilenirdi. Genelde beni alıp gezdirirken konuşur anlamadığım bir sürü şey anlatırdı. Karşısında kocaman adam varmış gibi muamele ederdi. Benim gibi sevebileceği bir mahlûk bulduğuna sevindiği her halinden belli olurdu. Her ziyaretinde muhakkak birkaç savaş anısını anlatmadan edemezdi. Düşmanı nasıl tepelediklerini gururla anlatışını görseniz girdiği bütün savaşları kazandığını sanırdınız. Ben de öyle sanıyor, şehirdeki yabancı askerlerin mevcudiyetine anlam veremiyordum. Amcam bu manzaraya çok içerlediğinden beni görmek dışında evinden katiyen çıkmazdı. Bir gün yine geldi, telaşlıydı. Milli mücadele için Anadolu’ya geçeceğini, uzun bir süre gelemeyeceğini, belki de hiç dönemeyeceğini söyledi. Helallik istedi, bağrına bastı ve gitti.
Mütareke yıllarında kendi şehrimizde esir gibiydik. Annem İstanbul’un büyük caddelerinde yabancı askerleri görmezden gelerek daha gururlu yürüyordu ama eve döndüğünde gözünden yaşlar akıyordu. Bu manzaranın şaşkınlığı her yanı kaplamıştı. Sanki o askerlerden ziyade büyük mazimizin aheste yıkılışının vermiş olduğu hüznün tesiri altındaydık. Ancak kimse kabullenemezdi bu esareti. Etmedi de. Gerçi işgalin bir son olduğunu, bundan geri dönüşün olmadığını düşünenler de yok değildi. Böyle büyük yeis anlarında her şeyi düşünmek mümkündü. Kurtuluşun farklı yollarının bulunduğuna inanan insanların olması da gayet doğaldı. Başkent şimdi bir sürü farklı mizaçtaki insanın mücadele alanı gibiydi. Böylece yıllar geçti.
Amcam dört yıl sonra işgalci askerlerin şehri terk etmesinden hemen sonra geri döndü. Ben hayli büyümüştüm. Onu görünce tanıyamadım. Dört yılda otuz yıl yaşlanmış gibiydi. Yüzündeki çizgiler artmış, omuzları çökmüş, zayıflamış heybetinden geriye pek bir şey kalmamıştı. Ama gözlerinin içi gülüyordu. Bu, onda şimdiye kadar görmediğim bir özellikti. Daha yufka yürekli olmuş, çok değişmişti. Böylece uzun yıllar daha evimizi ziyaret etti.
İdadiye devam ettiğim yıllardı. Memlekette çok şey değişmişti. Koskoca bir imparatorluk sona ermiş, gencecik bir cumhuriyet kurulmuştu. Artık büyümüş amcama babam hakkında daha çok soru sorar olmuştum. Amcam bu sorulardan sıkılır, geçiştirerek cevap verirdi. Israrcı olursam konuyu başka yöne çeker, bir savaş anısını anlatmaya başlardı. Bir gün anneme amcamın bu hallerinden bahsettim. O da biraz düşündükten sonra yere bakarak “Artık büyüdün bazı şeyleri bilmen gerekiyor.” dedi ve anlatmaya başladı.
(Devamı part 2)

Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to Mrttkn41

1 Comment

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.