Doğru Gözlem Yapabilme Yeteneğinin Sarsılmaz Gücü: SHERLOCK (1. Sezon)

7shA...DBoh
2 Feb 2024
28

Sir Arthur Conan Doyle’un onlarca roman ve öyküsünde boy gösteren Sherlock Holmes karakterini ekrana taşıyan dizi ilk kez 2010 yılında yayınlandı ve hâlen kendisine yeni seyirciler bulmaya devam ediyor. En son beşinci sezonu da neredeyse kesinleşen (konuyla ilgili en güncel haber – İngilizce) yapım, genellikle tadı izleyicisinin damağında bırakmasıyla ve yeni bir bölüm yayınlayana kadar da izleyicisini epeyce bekletmesiyle biliniyor. Kendi açımdan konuşacak olursam eğer, diziye bu kadar geç başlamamın sebeplerinden bir tanesi dizinin uzun bir aradan sonra yalnızca 3-4 bölüm yayınlıyor olması ve akabinde kendisinden mahrum bırakması, benim de böyle bir diziye bağlanmak istemememdi. Lâkin pandeminin getirmiş olduğu, eski dizilere yeniden başlama ve keşfedilmemiş bölgeleri keşfetme furyasından ötürü House (2004-2012) dizisine başlayınca ve diziye adını veren House karakterinin yine bu diziye adını veren Sherlock karakteriyle ne kadar çok benzetildiğini görünce Sherlock izlemek kaçınılmaz bir hareket hâline geldi.

İlk bölümden bir kare.

Dizide Sherlock rolünde Benedict Cumberbatch’i ve Dr. Watson rolünde Martin Freeman’ı görmek mümkün. Tabii bu iki ismin de benim için asıl önemi Martin Freeman’ın Hobbit filmlerinde Bilbo Baggins karakterinin genç versiyonunu canlandırıyor, Benedict Cumberbatch’in de ejderha Smaug’u ve Necromancer’ı seslendiriyor olmasıydı. Dolayısıyla pek çok kişi Hobbit’i izlerken Bilbo’yu gördüğünde “Aa Dr. Watson!” demişken, ben Sherlock’u izlerken “Aa Bilbo Baggins!” demiş oldum. Bu “trivial” bilgilerden sonra sanırım artık Sherlock’un ilk sezonuna odaklanmamız mümkün: Bu yazı dizisinde Sherlock dizisini sezon sezon incelemeyi planlıyor, “Bizimle gerçekleştireceğiniz yolculuğa hoş geldiniz” diyoruz!

Diziye Genel Bir Bakış

Romanların aksine dizi günümüz İngiltere’sinde geçiyor ve hâliyle çağımız nimetleri olan internet, bilgisayar ve akıllı telefon gibi ögeleri içeriyor. Günümüz Londra’sının tam ortasında, dizide gördüğümüz türden suçları ve Sherlock’un çoğu kuralı nasıl kendi lehine uygun olacak şekilde eğip büktüğünü görmek ilginç bir deneyim olsa da izleyici kısa bir süre sonra bu duruma adapte oluyor. İlk bölüm olan “A Study in Pink” hâliyle diziye bir girizgâh niteliğinde: bu bölümde karakterleri tanıyor, dizinin içinde geçtiği evreni tanıyoruz. Dr. Watson savaş tecrübesi bulunan iyi bir doktorken, Sherlock kendi icat ettiği mesleği tek başına icra ediyor. Ev ararken birbirini bulan ikili, adeta anahtar ve kilit misali birbirini tamamlıyor ve dizinin efsanevi ikilisi böylece yaratılmış oluyor.

İlk bölümden bir kare.

Sherlock dizide de sık sık bahsi geçtiği üzere narsist, bencil ve süper zeki bir karakterken, Dr. Watson onu kendi insancıllığıyla tamamlıyor. Burada doktor olan kişinin Watson olmasına rağmen Sherlock da aynı rolü sık sık üstleniyor diyebiliriz, zira kendisi suç dünyasında tıpkı bir “tanı doktoru” işlevi görüyor. Hatta Sherlock, Dr. Watson’ın psikolojik topallığını bile tedavi etmeyi başarabiliyor. Dizinin ekseni, hâliyle Sherlock Holmes karakteri etrafında dönüyor, bu sebepten ötürü özellikle ilk bölümlerde Sherlock’un başkalarının bilemediği şeyleri nasıl bildiğine, dizideki herkesten ve tabii bizden de misliyle üstün olduğuna odaklanıyor, hayatı biraz olsun onun gözleriyle görüyoruz. Bu da izleyiciyi diziye bağlayan en önemli etkenlerden elbette: Bir saatliğine de olsa bulmacaları ve çözümlerini “süper zeki” bir adamın gözünden görme ve çözümlerine bu kadar kolaylıkla ulaşabilme keyfine paha biçilemiyor.



Bu dizinin sevilmesinin sebebi House dizisinin sevilme sebebiyle aynı diyebiliriz. Sherlock suç dünyasının tanı doktoruyken House gerçekten de bir doktor ve dünyada hiç kimse onun kadar iyi tanı koyamıyor. Herkesi aşan yetenekleri bulunan bu iki anti-kahraman aynı zamanda en derin fantezilerimizin de birer yansıması: Biz de kuralların bizim için geçerli olmamasını, nazik olmama lüksümüzün bulunmasını, çünkü dünyadaki “en iyi” olmayı, dünyaya bambaşka bir gözle bakma yeteneğine sahip olmayı istiyoruz. Buna ek olarak bu iki karakterin de sorunlu olması (bilmeceleri çözebilmek amacıyla kendi bedenlerine zarar vermekten çekinmemeleri, bağımlılıkları vs.) onları daha da çekici kılan etmenlerden.

2. bölümden bir kare.

Sherlock Evreninin Anlatısal Özellikleri

Dizide aynı zamanda “non-diegetic” (anlatı evreninin dışında) olan pek çok öge görmek mümkün. Bunlara örnek olarak sahnede gördüğümüz kişinin okuduğu bir mesajı bizim yazı şeklinde ekranda görmemiz, Sherlock’un bir kişiye bakarken onun giysisinden veya herhangi bir detaydan çıkardığı ipuçlarının yazılı hâlde ekranda belirmesi vb. gibi ögeler verilebilir. Anlatı evreninin dışında olan ögeleri, pek çok filmden ve de diziden aşina olduğumuz soundtrack’ler, yapımda bir narrator (anlatıcı) varsa onun sesi gibi örneklerle açıklayabiliriz. Bunlar çok bilindik ve tanıdık ögeler olduklarından izleyiciler tarafından genellikle fazla göze çarpan unsurlar olarak nitelendirilmezler.

Lâkin Sherlock’taki bu anlatı dışı ögeler az önce saydıklarımıza oranla genel olarak yapımlarda çok daha az kullanılıyor olduklarından, biraz fazla göze batıyorlar diyebiliriz. Kimileri bu kullanımı tabii ki eğlenceli bulabilir. Zaten bu anlatım tarzının Sherlock’un düşünme ve vakaları çözme sürecini “gamify” ettiği yani oyunlaştırdığı aşikâr. Bu da dizi izleme sürecini pek çok kişi için daha keyifli hâle getiriyor olabilir. Lâkin dizinin içerisine daha fazla girmek isteyen izleyicilerdenseniz ve dikkatiniz de dağılmasın istiyorsanız bu anlatım tarzı çok da hoşunuza gitmeyebilir veya dizinin anlatı evreninden sürekli olarak dışarıya atıldığınızı hissedebilirsiniz.

2. bölümden bir kare.

Buna ek olarak dizide kameranın fazlasıyla hareketli -kameranın tek bir sahne boyunca gösterdiği hareketlilikten ziyade tüm bölümler boyunca kameranın girdiği farklı çekim açılarından söz ediyoruz- olduğunu söyleyebiliriz. Eğik ve alt açılar, ekstrem yakın çekimler [1] dizide adeta havada uçuşuyor. İnsanların yüzlerine, mimiklerine veya objelere yapılan bu yakın çekimler dizinin “ipucu yakalamakta olan avcı” moduna oldukça yakışıyor ve izleyiciyi de kolaylıkla bu avın içerisine dahil ediyor. Buna ek olarak, dizideki açıların bu denli hareketli olması dizinin temposuna da uyarak güçlü bir harmoni yaratıyor. Ayrıca bölümlerin sürelerinin birer saatten fazla olması izleyici için seyir keyfini katlayan ögelerden diyebiliriz.


Nüktedan Bir Anti-kahraman Hikâyesi

Dizide Rupert Graves tarafından canlandırılan Lestrade karakteri ve Lestrade’ın başını çektiği polis teşkilatının diğer tüm üyeleri Sherlock’un mükemmelliğini adeta daha da fazla göze sokmak için özellikle beceriksizleştirilmiş karakterler. Sherlock’un ne kadar zeki olduğunun özellikle göze çarpması için diğer karakterlerin bu denli “kapasitesiz” gösterilmesi kişisel olarak çok da inandırıcı bulduğum bir şey değil. Dolayısıyla bu durum benim gibi düşünen pek çok izleyicinin diziye olan bağlılığını etkiliyor olabilir. Lâkin dizinin her bölümünde, bölümün en başından itibaren çok yukarılara tırmandırılan gerilim ve de gizem unsurları izleyiciyi merak içerisinde bırakmaya ve bölümün sonunu çözümlere ve cevaplara aç bir biçimde beklemesine fazlasıyla yetiyor.


3. bölümden bir kare.

Sezonun ilk bölümlerinde adı geçen ve kim olduğunu öğrenmeyi merakla beklediğimiz, Sherlock’un baş düşmanı M ise fazlasıyla kuvvetli bir “archenemy” karakteri olarak göze çarpıyor. Sezonun son bölümünde Moriarty (Andrew Scott) olduğunu öğrendiğimiz M, Sherlock ile birlikte bir madalyonun iki yüzünü oluşturuyor. İkisi de kendi alanında “en iyisi” olan bu iki kişiden birisi yalnızca saf merak için suçların çözülmesine yardım ederken, diğeri müthiş zekasını çözülemez suçlar yaratmak için kullanıyor. Dolayısıyla Moriarty olmadan Sherlock’un da var olamayacağını söylemek mümkün. Sherlock’un bir anti-kahraman olduğundan daha öncesinde söz etmiştik: Kendisi suçların çözümüne yardım etse de bunu suçlular cezalarını çeksin veya masum insanlar kurtulsun diye yapmıyor. Onun güdüleri bütünüyle muğlak. Kahramanca güdülerden muaf, neredeyse her zaman bencil ve acımasız ancak iyilerin tarafında gibi görünen Sherlock, esasında sadece kendi amaçları uğruna savaşıyor.


3. bölümden bir kare.

Sherlock dizisi üzerine yazdığımız bu ilk yazımızda, ilk sezondaki bölümlere teker teker odaklanmak yerine diziye ve 2010’da yayımlanan üç bölüme genel bir bakış sunmayı tercih ettik. Sherlock üzerine yazılacak diğer yazılarımızda, bu “genel bakış”ı hâli hazırda daha önceden sağlamış olduğumuz için daha çok bölümlere ve olaylara odaklanacak, Sherlock’a dair farklı bakış açıları sunmaya, belki de karakterleri biraz daha derinlikli bir biçimde incelemeye çalışacağız. Umarız siz okurlar için de keyifli bir yolculuk olur!


Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to abdurrahman

0 Comments

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.