Bilgelik ve Bilim: Aristoteles'in İzinde Yürümek-2

2Nzd...aHc7
15 Feb 2024
39


Geçen bölümde Aristo’nun fantastik Tanrı inancına bakmıştık, imana geldiniz umarım. Şimdi pratik felsefeye dönelim, epey ilginç konu var üzerinden geçilecek…
Icarus’un Düşüşü
Felsefenin Öyküsü’nün tamamına FularsızEğitim’den ulaşın. Aristo hakkındaki bölümleri Medium’dan okumak isterseniz:

  1. En Mühim Fikri ve Dünya Görüşü
  2. Tanrı ve Metafizik
  3. Ahlak, Mutluluk, Üzüntü ve Muz Kabuğu
  4. Bilim, İlim, İrfan ve Saçmalıklar

Nasıl Mutlu Oluruz?

Akıl ve erdemin bir karışımıyla. Aslında bir adım daha geriden başlamak lazım: Neden mutlu olmalıyız?
Aristo için bir şeyin iyi veya kötü olması, işlevini ne kadar yerine getirdiğiyle ölçülür. Bir sandalyenin iyi olup olmadığını anlamak kolay ama bir insanın işlevi nedir ki? Onun işlevi, mutluluğa ulaşmaktır. Yoğun bir zevk değil de, bir rahat etme durumu bu mutluluk.
Gökcisimleri hakkındaki görüşlerini hatırlayın: Onların doğal halleri, dairesel yörüngeler çizerek “prime mover”ı taklit etmekti. İnsanın da doğal hali, yani onu mutlu ve rahat ettiren hal, kafayı çalıştırıp erdemli davranmaktan geçer.

İşlevi mutluluğa, mutluluğu da düşünmeye ve erdeme bağladık. Ama “erdem” diye tek bir şey yok, 11 ayrı çeşidini tanımlamıştır Aristo. Hepsi iki aşırı ucun arasındadır. Cesaretin, ahmaklıkla korkaklığın ortasında olması gibi.
Bu altın orta fikri, birçok kültürde birbirinden bağımsız biçimde gelişmiş. Benim ilk aklıma gelen, Buddha’nın orta yol öğretisi. Buddha’nın aslında tüm hikayesini okumanız lazım, benim favori “peygamber origins” hikayem sanırım, Marvel bir ara filmini çeksin.
Mesela İsa’nın 30 yaşından öncesi bilinmez, ama hep kusursuz bir bebek olarak resmedilir. Muhammed de, mağaradaki aydınlanma öncesi hayatında dahi, hep en adil, en dürüst insan olarak tasvir edilir. Yani bunlar zaten baştan seçilmiş insanlardı.
Oysa Buddha’nın hayatı yanlışlarla dolu. Saraylarda tam bir monşer olarak yetişiyor. Şansına bir gün hayatın çirkin yüzüyle karşılaşınca (hastalık, yaşlılık, ölüm) o zamana kadar kör olduğunu farkedip saraydan kaçıyor. Ama bu bir aydınlanma değildir daha. Saçmasapan insanların ve fikirlerin peşinden gidiyor, tam bir Hint fakiri gibi yaşıyor yıllarca ve o aradığı gerçekliği bulamıyor. Ta ki ağacın altındaki meditasyonuna kadar.
Buddha’nın hikayesi, görünüşte başarılı ama gayet kusurlu bir insanın gözden düşmesi ve bir sürü denemeden sonra esas başarıyı bulma hikayesidir. Filmlerde de bolca rastlanan redemption hikaye kalıbı yani. Bu haliyle ortalama bir insanın Buddha ile kendini özdeşleştirmesi daha kolay.
Bu uzun yolculuğundan sonra Buddha der ki, ben hayatımın ilk evresinde aşırı yüzeysel ve dünyevi idim, ikinci evresinde ise aşırı içe kapanık, pasif ve kendimi yaralayıcı idim. Doğru yol, bu ikisinin ortasıdır, aşırılıklardan kaçının.
Buddha, Aristo’dan bir iki asır evvel bunları söylüyor. O zamanlarda Aristo’nun memleketinde Icarus’un hikayesi benzer bir ders anlatıyordu:
Icarus, genelde bir aşırı kibir hikayesi olarak anlatılır sadece. Halbuki bu işin bir de diğer yüzü var. Nitekim, birlikte Girit adasından kaçabilmek için hem kendisine hem de oğluna takma kanat yapan babası sıkı sıkı tembih eder: “Çok alçaktan uçarsan kanatların deniz suyuyla ıslanıp ağırlaşır, çok yüksekten uçarsan da Güneş onları yakar, sen makul bir irtifada git evladım, varınca da beni ara”.
Oğlan ise tam bir ergen gibi kanatlanınca gaza gelir, gaza geldikçe kanatlanır ve sonunda Güneş, kanatlarını birarada tutan balmumunu eritir. Icarus, altın ortayı tutturamamıştır. Gözleri önünde oğlu denize çakılan baba perişan olur, uçuşla ilgili tüm eskizlerini toplar ve “Hezarfen Ahmet kardeşime sevgilerimle” yazıp bir kasaya kitler (Bu kısmı Wikipedia’ya ekleyeceğim, o zaman inanırsınız).

Din ve Ahlak

Aristo’nun ahlak anlayışı, amaçladığı kadar pratik değil bence, zira asıl mesele sınırları çizebilmekte. “Korkaklık”, “cesaret” ve “ahmaklık” diye herkesin üzerinde anlaştığı tanımlar yok. Zaten kimse aşırıdan yana değildir ki, kimse kendini “aşırı sağcı” olarak tanımlamaz mesela, kendini merkezde görür. Her birimiz geri kalanımızın olması gerektiği yerdeyiz.
Ama işin bana hitap eden kısmı, ahlakı dini hikayelerle açıklamaya çalışmaması. Zaten her gördüğü kadına tecavüz eden Zeus’tan ahlaki ders çıkaracak hali yoktu o zamanki insanların. Ahlakın kökünü, sosyal hayvanlarda veya 10 bin senelik uygarlık tarihinde aramak yerine, alt tarafı 2–3 bin senelik mitlere çapalamak, modern insana has bir gariplik.
On Emir mesela -maddelerinin çoğunun ahlaki bir yönü de olmamasına rağmen- ahlakı, insanın ve doğanın dışına iter, onu değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen anayasalarla özdeşleştirir. Halbuki Aristo için ahlakın kökü doğamızda yatar, yapısı dinamiktir, amacı da yeterince puan toplayarak bir yaratıcıyı mutlu etmek değil, insanın kendisini mutlu etmektir. Doğal halimize çok ters ahlaki kurallar insanları da toplumları da hasta eder.
(Aristo burada doğal halimizi sosyal bir hayvan olarak görüyor, acımasız ve bencil bir avcı hayvandan ziyade)
“Ahlakın kökü doğamızda” demek, otomatikman herkes ahlaklıdır, erdemlidir demek değil. Sonuçta bir avcı hayvanın doğasında avlanmak vardır ama annesinin bir ara ona bu işi öğretmesi gerek. Aristo da “eğitim şart” diyen ilk insanlardan biriydi, çünkü ona göre erdemsizlik = eğitimsizlik. Eğer biri ahmaksa, korkaksa, kibirliyse, bu eğitimle düzeltilebilir. Tabii ki ideal eğitimden kasettiği, nihayetinde bir filozofun eğitimidir.

Bu, kendisine yarayan bir görüş olduğu kadar, gayet progresif de bir görüş aslında. Yüzyıllar boyunca, statükoyu korumak veya açıklamak isteyen bir sürü düşünür, alt kademedekilerin konumlarını hakettiklerini, çünkü erdemsizliklerinin ve akılsızlıklarının doğuştan ve kalıcı olduğunu ima etmiş. Biz ise kaşımızın gözümüzün genetikle, lakin ahlak gibi karmaşık bir şeyin çevresel şartlarla (örn: sosyoekonomik durum) belirlendiğini düşünüyoruz. Eğer biri norm dışına çıkarsa, istisnai durumlar hariç, rehabilite edilebileceğine inanıyoruz.
Aristo bu bakımdan bize çok daha yakın. Onun zamanında nöroplastisite yoktu, yani beynin fiziken değişebildiğinin (dolayısıyla fonksiyonel olarak da değişerek insanın karakterinin yontulabildiğinin) biyolojik bir dayanağı yoktu. Ama o yine de rehabilitasyona inandı. Mutluluk, erdem ve eğitim, aynı denklemin parçalarıydı.
Buradan da işi birey-toplum ilişkilerine getirir ve devlete görev biçer: İnsanları eğit, topluma adapte et, mutlu olmalarını sağla… Siyasi görüşünün temelinde bu yatıyor.

En İyi Rejim

Platon, Devlet adlı eserinde ütopik bir toplumun tasarımını yapıyordu. Aristo ise, siyasi bir düşünce kuruluşu misali, mevcut Yunan kent devletlerine ait anayasaları analiz edip, her birinin en iyi noktalarını seçiyordu. Nitekim hiç kimse Platon’un devletini kurmaya kalkışmadı, ama yeni bir anayasa oluşturmak isteyen kent devletleri Aristo’nun okuluna sık sık başvurdu.
Bireylerin erdemlerinde olduğu gibi, devlet yönetiminde de bir altın orta gerekli. Oligarşilerde zenginlerin sadece kendi çıkarlarını gözetmeleri de, demokrasilerde iktidara tutunmak isteyenlerin popülist politikaları da, ülkeyi felakete sürükler. Adil bir yönetimin amacı, altın ortayı temsil edecek bir orta sınıf oluşturmaktır.
Bunu hangi yönetim biçiminin yapacağı o kadar da önemli değil. Ama yakasına yapışıp ısrarla sorarsanız, Aristo kalbinde yatan yönetim şeklini aydınlanmış bir monarşi olarak açıklar:
‘’Bir aile ya da birey, gerçekten mükemmelse, onun bütün meselelere egemen olması adildir.’
Şimdi sistemlerimizde o kadar çok çark var ki, evrendeki tüm yetenek ve iyi niyet dahi, tek bir kişinin bunları döndürmesine yetmiyor. Karar alma mekanizmaları dağınık olmak zorunda. Siyaseten dikta rejimlerinde bile, ekonomiler serbest pazara meylediyorlar: Her ürünün, hangi fiyata ne kadar üretileceğini belirleyen bir merkezi kurum yok.
Aristo, Dünya’daki giderek artan bu karmaşıklığı öngöremese de, başka nedenlerden ötürü pratikte demokrasiyi yeğler:
‘’Birkaç iyi insandan ziyade, bir çoğunluğun egemen olması, belki de doğru olandır. Zira çoğunluğun her bir üyesi iyi bir insan olmamakla birlikte, bir araya geldiklerinde bireyler olarak değil ama topluca daha iyi olmaları yine de mümkündür.’’
“Demokrasi en kötü yönetim biçimidir….şu ana kadar denenmiş yönetim biçimleri hariç”.

Birey < Toplum

Ismi demokrasi olsa da, bizim standartlarımıza kıyasla kafasındaki devlet fazlasıyla otoriterdir.
Bir kere zaten 20.yy öncesi demokrasilerinin hemen hepsi, sadece mal mülk sahibi erkeklerle sınırlı. Atina demokrasisinde mesela, tahminen nüfusun %10'u oy kullanabiliyordu diye hatırlıyorum. Ondan taa 2000 sene sonraki Fransız Devrimi zamanlarında dahi tartışma, oy hakkındaki mülkiyet eşiği üstünedir. Yani o zamanlar “radikal” olmak demek, işi gücü olan ama büyükçe bir arazi sahibi olamamış beyaz Hristiyan erkeklerin söz hakkını savunmak demekti. Yoksa kadındı, azınlıktı, köleydi filan, ohooo…
Ama bunlar, devletin ve kurumların kısıtlayıcılığı ile ilgili, yani bizim Daron Acemoğlu’nun inclusive-exclusive institutions hikayesi. Aristo’nun özelinde, devleti fazladan otoriter yapan etken şudur: İnsanı mutlu edecek erdemleri eğitim politikasıyla yayma fikri.
Yani “insanlar eğitim alıp erdemli olsalar ne güzel olurdu” demez, “devlet otoritesinin tüm işlevi, bu eğitimi vermektir” der.
Burada çok önemli bir kavram var: Toplumun bireyden önce gelişi.
Biz mesela, bireyi aileden öne koyuyoruz (Babamın benim üstümdeki hakları sınırlı). Keza aileyi de toplumdan öne koyuyoruz (Miras aile içi bir meseledir normal şartlar altında, belediyenin işi değil).
Oysa o zamanlar liberalizm filan yok, yani bireysel hak ve özgürlükler temel değil. Aristo için temel, toplumdur. Toplumdan kastettiği de şehirdir (polis).
Şehir devletlerinin dünyasında yaşayan biri için bu şaşırtıcı değil. Perslerinki gibi büyük bir imparatorluk içinde dahi, insanların dünyaları, şehirlerle sınırlı. Bizim gibi ulus-devlet ve televizyon (kültürel homojeni) çağının ürünleri için anlaması zor bir durum.

İnsan Politik Bir Hayvandır

Aristo bu şehir topluluğunu bir organizma olarak görür. Onu insan vücuduna benzetir ve bireyin fazla sorun çıkarmamasını, efendi efendi organizmanın kalanına uyması gerektiğini söyler.
Tabii aynısını tüm faşistler de söylüyor fakat Aristo’nun farkı şu: Bu uyumun bireyi mutlu edeceğini düşünür. Yani onun derdi, devletin bekası veya “1000 yıl ayakta kalacak bir Reich” değil, insandır. Ve insan, ancak çevresiyle (şehir) uyum içinde olursa rahat edebilir.
“İnsan politik bir hayvandır” derken kastettiği bu uyumdur. Buradaki “politik” kelimesi, bizim kullandığımız siyaset anlamında kullanılmıyor. “Polis”, yani şehir kelimesiyle alakalı kullanılıyor. Bizim bunu aslında, “insan sosyal bir hayvandır, sosyalliğin temel birimi de bir organizma gibi hareket eden şehirdir” olarak anlamamız lazım.
Yani insan, potansiyelini ancak şehir içinde gerçekleştirebilir. Şehirlerin amacı, sadece bizi doğal korku ve kaos halimizden kurtarmak değil (Hobbes), insana erdemli olabilme fırsatını sunmaktır.
Burada ince bir denge var tabii. Zira Aristo, yine faşistlerden farklı olarak, insanın rasyonelliğine ve bağımsız düşünebilmesine önem verir. Bir düşünür olmadan, erdemli olmak imkansızdır zaten. Yani dürüst ama irrasyonel biri erdemli değildir, çünkü ne zaman dürüst olmaması gerektiğini (yani aşırıya kaçmamayı) anlayamaz.
E hem böyle düşünebilen, hem de toplumla uyumlu birey yetiştirmek kolay bir iş değil. Tam olarak ne kadar marjinalliğin, devlet otoritesiyle bastırılması gerektiği hususunda yuvarlak laflar eder Aristo. Etmek de zorundadır zaten, bu sorunu biz de çözemedik hala (örn: ifade özgürlüğü tartışmaları)
“İnsan rasyonel bir hayvandır denir. Hayatım boyunca bu fikri destekleyecek bir kanıt aradım, aradım bulaaaamadııım”

İrrasyonel Hayvan

Bakın buradaki insanın temelde rasyonel bir varlık olduğu varsayımı, ironik olarak, bireyi merkeze koyan liberalizmin de özüdür. Yani Aristo’dan John Stuart Mill’e kadar uzanan bir çizgi var. Hatta daha da devam eder bu çizgi, günümüz serbest piyasa kapitalizminin temel varsayımıyla: “Devlet, sizin paranızı sizden daha iyi harcamasını bilemez”.
Yani eğer bireye yeterince hak verirseniz (mülkiyet hakkı özellikle) ve yeterince bilgi verirseniz (fiyat şeffaflığı, ürün bilgisi, vs), herkes kendi çıkarını maksimize edecek kararlar verir, bu kararların toplamı da her türlü rejimi veya piyasayı daha verimli kılar. Formülünü de yazayım, tam olsun:
Dağınık karar mekanizması + Rasyonel bireyler > Merkezi karar mekanizması
Fakat Aristo yanlış (Aristo adam değil!). Rasyonel değiliz, bir yığın psikolojik “bug”ımız var.
Serbest pazar demiştim, oradan bir örnek vereyim: kayıplarımızı kazançlarımızdan daha fazla önemsiyoruz mesela (loss aversion). Yani bugün bir yatırım yapıp 100 lira kazandım diyelim. Ertesi gün de başka bir yatırımdan 100 lira kaybettim. Bunları birbirine denk görmek yerine, kendimi net olarak kayıpta olarak görüyorum. Bu, verimsiz ekonomik kararlar vermeme neden oluyor.
Şimdi bu hatayı bir hayvanın yapması doğal. Risk alıp kazanırsa, belki daha iyi protein yiyecek ve genlerini yayma şansı ikiye katlanacak. Ama kaybederse, yaralanıp iltihaptan ölebilir ve genleri hiç yayılmaz. Doğada kazanmanın getirisi hep sınırlıdır ama kaybetmenin maliyeti sonsuzdur. İnsanlar için böyle bir maliyet artık olmasa da, hala aynı denklemlerle işlem yapıyoruz.
Bin kişi korkup aşırı temkinli karar verince de, ekonomi profesörü dahi olsam, sırf onlara bakıp benzer bir kötü karar veriyorum. Bu da groupthink. “Asch conformity deneyi”ni araştırın, iyice moraliniz bozulsun. Sonuç olarak buglar üstüste biniyor, iyice irrasyonel kararlar verip, tüm sistemi çökertiyoruz.
Bu etkiler ekonomiyle sınırlı değil. Fundamental Attribution Error yüzünden ırkçılığa meyilliyiz. Confirmation Bias yüzünden kutuplaşmaya meyilliyiz. Wishful Thinking yüzünden göz göre göre gelen felaketlere karşı eylemsizliğe meyilliyiz.
Her örnekte, bize kritik eşiği atlatan ve karanlık tarafa geçirten sebepler türlü türlü olabilir: açgözlü bankerler, yalancı siyasetçiler, sansasyonel medya, vs. Ama o eşiğe kadar uzanan upuzun yolu kendi kendimize katediyoruz.
Zaten, Aristo’nun insanın akılcılığına olan bu aşırı inancı da bir çeşit wishful thinking: Olmasını istediği insan doğasını, halihazırda varmış gibi düşünüyor.
Öte yandan, irrasyonel yanımızı da reddetmiyor elbette. Bu kısma, sanat hakkındaki görüşleri üzerinden bakalım…
“Oscar Wilde olduğum için, yine kesin çok zekice bir şeyler söylemişimdir, siz bozmayın”

Catharsis

Bugün film izleyen insanların karakterlere bağlanması, ağlayıp dövünmesi, onlar ölünce gazeteye ölüm ilanı vermesine benzer biçimde, Atinalıların tiyatro oyunlarına neden bu kadar kapıldıklarını sorguluyor Aristo. “O zamanlar yapacak başka şey yokmuş” demek kolay ama insanlar sadece sevmekle kalmıyorlar, histeri krizlerine dahi giriyorlar. Neden?
Hatırlayın, Platon genelde sanata kuşkuyla yaklaşır, zira sanat taklidin taklididir, insanı idealardan iki kat uzaklaştırır. Aristo, idea işine baştan karşı olduğundan, böyle bir önyargıyla yaklaşmaz. Sanatın taklit olmasını yararlı bulur hatta. Zira mesela dramada, insanlar, bu oyunlar üzerinden kendi pişmanlıklarıyla yüzleşir, hatalarından ders çıkarır.
Histeri krizleri bu yüzden saçma bir tepki değil, hatta eğitimimizin bir parçası olarak düşünülebilir: Sanatın amacı bir “catharsis” yaşatmaktır (yoğun duygular eşliğinde yaşanan bir kırılma noktası, boşalma).
Bu iç hesaplaşmalar sonunda daha erdemli oluruz. Çıkardığımız dersler, bir dizi ahlaki kuralı kağıttan okuyup ezberlemeye kıyasla çok daha kalıcı olur.
Tam bir şovenist gibi, “histeri”den ve irrasyonellikten bahsettikten hemen sonra, Aristo’nun kadınlar hakkındaki düşüncelerine geçiş yapmayı düşündüm ama burada duralım. Kadınlar hakkındaki görüşlerini, bilimadamlığı ve bilimsel yanlışlarıyla birlikte okumak daha uygun olur.



İlk Ansiklopedi

Aristo, zamanının Wikipedia’sı olarak karşılaştığı her şeyi sınıflandırmaya çalışmış: Siyasi rejimler, şakalar, şarkılar, gökcisimleri… Eserlerinin çeyreğini oluşturan zooloji konusu özellikle önemli. Hayvanları o kadar ayrıntılı çalışmış ki, neredeyse sonraki 2000 sene boyunca bu kapsamda bir ansiklopedi ortaya çıkmıyor. Yani bu zahmete katlanacak başka birinin gelmemesinin ötesinde, zahmete katlanılsa bile yeni bir şey bulunamayacağı görüşü yaygın. Ağanın pokunun üstüne pok, Aristo’nun lafının üstüne laf olur mu?
Halbuki omurgaları yanlış saymış mesela. Erkeklerin kadınlardan fazla dişi olduğunu söylemiş. Özellikle bu örnekleri veriyorum, çünkü o çağdaki birinin dahi yapmaması gereken hatalar. Bilimsel metodu belli bir dereceye kadar içselleştirmiş olduğumuzdan, “yahu nasıl olur da rastgele seçilmiş 50 tane erkek ve kadına bakarak dişlerini sayamaz” diyoruz. Hadi diyelim Aristo tembellik etti, nasıl olur da bir başkası bunu hemen yanlışlayamaz?

Gelecek Dünden Daha İyi Olmak Zorunda Mı?

Burada, kişilik kültü ve geleceğe inançsızlık kolkola gidiyor. Herkesin dedesi gibi yaşadığı bir dönemi düşünün. Hayalgücümüzün gelecek rüyalarıyla değil de, geçmişin azametiyle dolduğu bir dönemi. Kim inanır evrenin keşfedilmeyi bekleyen sırlarla dolu olduğuna? Kim uğraşır Aristo’nun bulduklarını doğrulamaya?
Bilimsel metodun bu kadar geç gelişmesinin kökünde bu isteksizlik olsa gerek. Sonuçta bilimsel metod için illa teleskopun icad edilmesini beklemek gerekmiyordu. İbn-i Heysem (Alhazen) gibileri bu kavramlara yaklaşmışlar ama bir türlü bir sisteme oturtamamışlar. Halbuki 1700–1800'ler yerine, onların çağında, yani 1000–1100'lerde bu işi becersek, şimdiye size yazıları telepatiyle gönderiyor olurdum.
Galiba kontrollü deney kavramını, tümevarımın sağlığını (confidence interval), tekrarlanabilir deneyleri filan akıl edebilmek için, önce kişilere ve tahtlara tapınmamayı öğrenmek gerekti. Bu duraksama benim için bir muamma, belki biriniz beni aydınlatır.
Bunları arkaplan olarak veriyorum, zira Aristo için genelde “ilk deneyci”, “ilk bilimadamı” benzeri şeyler söylenir. Bu etiketleri modern anlamlarıyla düşünmeyin.
Eskiden bilim, tamamen onu yapan bilimadamına bağlıydı. Yani onun önyargılarına, çalışma ahlakına, egosuna, düşünsel zayıflıklarına bağlıydı. Bilimsel metod ise, bu değişkenleri denklemden çıkarmaya yönelik bir standardizasyon işlemi. O yüzden bugün “bilim şunu söylüyor” diye genelleme yapabiliyoruz. Aşağıdakileri ise “Aristo’nun bilimi” olarak düşümek lazım.

Maddenin ve Canlıların Dört, Bilemedin Beş Hali

Zoolojiden devam edelim: Hayvanları karada, havada, suda yaşayanlar diye ayırmış; bitkileri de ağaçlar, otlar, çalılar diye. Gerçi bugün sokaktan birini çevirsek, bundan iyisini yapacağını pek sanmıyorum ama garibime giden şey şu: Aristo, hem karada hem de suda yaşayan hayvanları görmüştür herhalde. Yahut aslen havada “yaşayan” bir hayvan olmadığını, bunların ayrı bir tür olmaması gerektiğini. Yahut uçamayan kuşlarla, uçabilenlerin benzerliğini.
Teorisini bulanıklaştıran bir sürü karşı örnek var ama sanırım ısrarının ardında, maddenin özünü de su, toprak, hava ve ateş olarak düşünmesi yatıyor. Tüm Dünya bunlardan oluşuyorsa, hayvanların da bu elementlere göre sınıflanması güzel olurdu.
Bu simetri ona o kadar doğal geliyor ki, ateşte yaşayan canlılar olduğundan emin. Böyle canlılar görmememiz önemli değil: “Burada yoklar ama ayda yaşıyorlar” diyor. Ne güzel, nasıl olsa gidip bakan yok.
Bu dört element, sürekli değişen, yani kusurlu varlıklar içindi. Dairesel yörüngeleri şaşmayan, yani kusursuz olan uzak gökcisimlerini neredeyse canlı bir varlık olarak görüyor Aristo, ve onların apayrı bir maddeden yapılmış olması gerektiğini düşünüyor: Ether. Yani hem Dünya’daki dört ana maddeye karşılık gelen dört ana hayvan grubu var, hem de uzak gökkubbeleri (yıldızların fikslendiği düzlemler) oluşturan özel maddeye karşılık gelen özel bir “canlı” grubu.

Kopernik Devrimi

Oralara kadar gidip bakan olmadı ama teleskoplar oraları bize getirdi. Sonuç: Ayda ateşte yaşayan cinler varmış (kaynak: Takvim).
Bizim için asıl ilginç olansa, yörüngelerin epey “kusurlu” çıkması ve Aristo’nun evren -ve ahlak- görüşünü dibinden baltalaması.
Aristo’nun Tanrı inancını hatırlayın:

  1. Merkezinde Dünya’nın olduğu dairesel yörüngeler vardı.
  2. Gökcisimleri küreseldi. Küre ve daire, kusursuzluğun ifadeleriydiler
  3. O yörüngeleri çizen cisimler, kusursuz olduklarından değişime uğramıyorlar.

Kopernik Devrimi, tüm bu varsayımları yıktı.
Tabii bu bir anda olmadı. O tarihlerde Aristo ile ilgili her şey, Katolik Kilisesi tarafından eğilip bükülmüş ve asimile edilmiş. Yani Aristo’nun kültü yetmiyormuş gibi, bir de Kilise’nin otoritesiyle uğraşıyorsunuz. Bu yüzden Kopernik’in Güneş merkezli evren modeli, “gerçek” olarak değil de, hesapları basitleştiren matematiksel bir araç olarak pazarlanmıştı.
Mars ve Dünya’nın hareketi. Soldaki Güneş merkezli model, sağdaki Dünya merkezli. Mars’ın yaptığı kusurlu harekete dikkat.
D
ünya’nın merkezde olmaması, daha ziyade organize dinlere ters gelen bir şey, Aristo’nun inancına kökten bir karşıtlığı yok. Ona asıl darbe, Tycho Brahe ile başladı. İronik olarak Brahe, Kopernik’in güneş-merkezli modelini kabul etmemişti(kiliseye yarandı) ama yıllar boyunca yaptığı titiz gözlemler, uzak cisimlerin değişimler geçirdiğini (ışıması değişen yıldızlar) ve her hareketin dairesel olmadığını (kuyrukluyıldız) gösterdi. Bu iki istisnai durum, Aristoculuk için yeterince sorunlu.
Fakat asıl yıkım, bu tip durumların istisna olmadığını, evrenin zaten böyle işlediğini söyleyen Kepler’le başladı. Kepler, Brahe’nin biriktirdiği tüm verilerden, aslında hemen her yörüngenin dairesel değil, eliptik olduğunu anladı. Daha önemlisi, merkezde duran değişmez bir cisim de yok, yörüngelerin merkezi, cisimler arasındaki boşluklarda.
(Biz hep kısayol olarak “Dünya Güneş’in etrafında dönüyor” diyoruz ama aslında etrafında döndüğümüz nokta, Güneş’in merkezinin biraz uzağında ve gezegenlerin hareketine göre sürekli oynuyor. Ayrıyeten tüm Güneş Sistemi de galaksinin etrafında benzer bir dönüş yapıyor. Ve galaksi de hareket halinde. Hiçbir seviyede, sabit bir merkez yok)
İşin komik yanı, Aristo’nun tüm dünyasını başına yıkacak bu fikirleri, “Aristo üstadın bilgilerine ekleme” olarak yayınlıyor Kepler.
Galileo’nun kafası bu elips işine pek basmıyor ama daha iyi bir teleskop tasarlamış olduğu için, Aristo’ya darbe vuracak başka şeyler buluyor: Ayın yüzeyinin çıkıntılı olduğu, dolayısıyla bu gökcisimlerinin mükemmel küreler olmadıkları gibi. Yahut Jüpiter’in uyduları olduğu gibi. Tüm bu gözlemler, Newton’un formülleriyle matematiksel bir modele oturuyorlar ve Kopernik Devrimi, başladıktan 100 sene sonra tamamlanıyor.
17.yy’da gelinen o noktadan geriye bakınca, Aristo için sempati duymuş olmalı bu insanlar. Adam daha kütle-ağırlık farkını bilmiyordu, ısıyı veya basıncı ölçemiyordu. Bırak Newton gibi fizik formülleri bulmayı, o formüllerdeki kavramlara sahip değildi, yerçekimi gibi.
Kendi ufak dünyasında bir astronomi anlayışı geliştirmiş, onun üstüne ahlak felsefesini ve insan hayatının amacını kurmuş, bunların üstüne de siyaset, eğitim ve sanat hakkındaki düşüncelerini. Tutarlı bir felsefe sahibi olmanın da zayıf noktası bu işte: Temel gidince, her şey yıkılıyor.

Galileo Figaro Magnifico

Tüm bu hengame arasında, Galileo ile Aristo’yu bağlayan hoş bir ayrıntı var. Aristo’nun bilimsel teorilerinden biri, ağır cisimlerin yere daha hızlı düştükleri idi. Aklınıza hemen Galileo’nun Pisa Kulesi’ne çıkıp yaptığı deney gelmiştir. Halbuki gerçekte Galileo o kuleye çıkmaya gerek görmedi bile ve gayet klas bir düşünce deneyiyle Aristo’yu yanlışladı:
Biri hafif, diğeri ağır iki gülleyi birbirine bağlayın. Ağır gülle hızlı düşeceği için, aralarındaki ip gerilecek. Ve hafif cismin yavaşlığı, ağır gülleyi de biraz yavaşlatacak. Aristo’nun tahmini bu olurdu.
Fakat, ip gerildiği anda, tüm sistemi çok daha ağır bir cisim olarak düşünebiliriz: İki güllenin ve ipin ağırlığından oluşan yeni bir cisim. Bu bileşik cisim, onu oluşturan herhangi bir gülleden de hızlı düşmeli.
Sistem aynı anda hem daha hızlı düşüp, hem de yavaşlayamayacağına göre, bu paradoksa sebep olan varsayım yanlış olmalıydı: Düşüş hızının kütleyle alakası yok.
B
ilimsel metod dahi kullanmadan, oturduğumuz yerden 1900 senelik bir yanlışı düzeltebilmek güzel bir his.
Daha az estetik bir örnekse, Galileo’nun çağdaşı Redi’den gelmiş: Aristo, bazı canlıların kendiliğinden oluştuğunu düşünüyordu. Çürük yemeklerden sinek çıktığını gören biri için normal. Halbuki sineğin sinekten geldiğini, bunların böyle babadan oğula nesil olduklarını anlamak için gereken malzemeyi söylüyorum:

  • İki kavanoz
  • İki parça et döner
  • Bir kavanoz kapağı

Bunları biraraya getirip spontaneous generation teorisinin yanlış olduğunu anlamak için 17.yy beklenmiş. Yani Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu da etin kendi kendine sinek oluşturduğuna inanıyordu.
Öte yandan, Aristo, tavuk yumurtasını değişik dönemlerde açıp inceleyerek, civcivlerin organlarının oluşumunu hafta hafta not edebilmiş. Birini yapıp, ötekini 1900 sene boyunca yapamamayı aklım almıyor gerçekten.

Akıllı Tasarım

Civcivlerin ve diğer hayvanların organlarını incelediğinde gördüğü şey bir amaç uğruna tasarlanmış organizmalardı. “Atın şekli böyle ki biz binelim” gibi amaca yönelik bakış açısına teleolojik denir (teoloji ile karıştırmayın, entellik üyeliğinizi kaybedersiniz).
Burada aslında, ahlaki felsefesinin temeli olan Altın Orta’yı andıran bir denge anlayışı var: “Doğa herkese ihtiyacı kadar araç vermiştir” diye düşünür. Örneğin güçlü hayvanlar aptaldır, dişleri olmayanın sindirim sistemi kuvvetlidir, vb. Zaten bir kere hayvanlara böyle bakmaya başladı mı, hayatın bir şekilde tasarlanmış olduğu düşüncesine iyice kapılıyor insan.
Tabii onun bildiği ve sınıflandırdığı hayvan sayısı yüzlerle ölçülüyordu, böyle bir denge hesabı yapmak görece kolaydı. Bizim dağarcığımızda ise milyonlarca hayvan var. “Kutup ayısında bunlar bunlar var, ama mikroskopik tardigradların da aşağı kalır yanı yok hani” hesabı yapmak saçma geliyor bize.
Tüm bu denge hesapları içinde, Aristo da bir insandan bekleneni yapmış ve her şeyi bir hiyerarşiye oturtmayı, tepesine de insanı koymayı ihmal etmemiş. Rasyonel olduğumuz için zirveyi hakediyoruz ona göre. Bana göreyse, rasyonellik veya zeka, o kadar da matah değiller. Sistine Chapel’i yapmış olmayı, tardigradlar gibi onmilyonlarca yıl, her şart altında hayatta kalıp üreyebilme ile kıyaslayınca, %100 kesinlikle “biz daha iyiyiz” diyemiyorum.
Modern bilimin güzel yanı, insanı hiyerarşilerden ve kendini merkezde görme meyilinden uzaklaştırması. Biz tepede olmadığımız gibi, tepe diye bir şey de yok artık. Onun yerine şu var, bakalım insanı bulabilecek misiniz:

İnsanlar ve Kadınlar

Tekrar MÖ 4.yy’a dönelim. Merkeze Dünya’yı, tepeye de insanı yerleştirdik ama insandan kasıt, “aynı renkte olduğum erkekler”.
Hatta o bile yetmiyor, çünkü beyaz kölelere de pek imtiyaz yok. Aristo için bazı insanlar, “doğal köle” idiler. Kölelik sadece zorunluluk değil, bir gereklilikti. Zencileri pamuk tarlalarında çalıştırırken, onlar üzerinden zengin olmayı, “ya bunlar aptal zaten, başka türlü yaşayamıyorlar” diye rasyonalize etmeye benziyor bu.
(Hitler zamanında, Alman ırkının üstünlüğünü ispatlayacağım diye, azınlıkların kafatasını ve beyinlerini tartmaya çalışan bir doktorun, öldükten sonra beyninin normalden ufak boyutlarda çıkması aklıma geldi şimdi. Adını unuttum adamın. “Bay Tarihin Cilvesi” diyelim şimdilik.)
Özgür kadınlar da hiyerarşinin tepesinde değildir. Çünkü kadınlar, erkeğin eksik, deforme olmuş halidir. Daha az dişe sahip olduklarını teorisinden bahsetmiştim. Aristo’nun bir başka argümanı da, erkeğin hadım edilince kadınlaşması. Yani kadın = taşaksız erkek = eksik erkek.
Tabii o çağdaki birinden fazlasını beklememek lazım, Atina demokrasisinde kadınların oy hakkı yoktu mesela. Zaten 1900'ler öncesi hiçbir demokraside kadının oy hakkı yoktu. 2200 sene aynı giden bir şey için Aristo’yu suçlamamalı.
En azından kadınları mal olarak görmüyor Aristo, kendinden sonra gelen bir sürü kültüre kıyasla daha iyi bu konuda. Mesela orta malı olarak paylaşılmasına karşı çıkıyor (gerçi kadın hakları açısından değil de devletin bu işe insanları zorlamasını sevmemiş).
Daha önemlisi, insanın hayattaki amacından, mutluluğa ulaşma çabasından bahsederken konuştuğumuz her şeyin, kadınlar için de geçerli olduğunu düşünmüş, orada parantez açıp “kadınlar bunu beceremez veya haketmez” dememiş.

Helenistik Çağ

Doğru yanlış tüm bu gözlemleri ve saymadığım daha bir sürü çalışmayı (mantık, retorik, jeoloji, vs) özetlemek, böyle birinin “miras”ından bahsetmek biraz komik. Bir anlamda mirası hepimiziz. Ansiklopedilerimizde artık onun bulguları yer almıyor ama kafamızın içindeki düşünce kalıplarında epey yeri var (Gerçi o, insanın düşünsel merkezinin kafası değil, kalbi olduğunu sanıyordu ama idare edin).
Bu miras konusunu toparlamak için, Aristo serimizin başlangıcına, İskender’le olan ilişkisine dönelim: Atina’daki Makedon karşıtı hava onu boğuyordu demiştik. Bu hava da boş yere oluşmamıştı, nitekim İskender sonunda Yunan site devletlerini tek tek fethetti. Fakat bir yandan Yunan kültürü de, özellikle Aristo’nun bakış açısı da, onu fethetti: Ordularına sanatçıları, bilim adamlarını, tarihçileri ve zanaatkârları dâhil ederek, Yunan yarımadası ötesindeki fetihlerini askeri yağmadan öteye taşımak istedi İskender. Savaş, bir kültür ihracı ve öğrenme fırsatıydı.
Bu yeni dünyanın merkezi, o güne kadarki en büyük kütüphaneye sahip Mısır’daki İskenderiye kenti oldu. Haritadan bakın ve bugün orada Yunanca konuşulduğunu, Dünya’nın en önemli iki şehrinden biri olduğunu hayal edin.
Site devletlerinin yıkılışından, Roma İmparatorluğu’nun doğusuna kadar geçen 300 yıl içinde Yunan kültürü o kadar yayılmıştı ki, Hristiyanlık doğduğunda, Filistin bir Roma sömürgesi olmasına rağmen, Yeni Ahit Yunanca yazılmıştır. Lakin bu kültürel birliğin altında, İskender’in ölümünün hemen ardından başlayan ciddi siyasi bölünmeler mevcuttu. İskenderiye de bile, iktidar değişimi sorunsuz olmadı.

Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to Ates.eth

0 Comments

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.