BİR ADAM BİR AŞK

CqsK...pwmy
10 Jan 2024
42

Birinin bir başkasından farksız olduğu bir güne daha uyandığını zannederken her şeyin bu kadar başka, bu denli alt üst olacağını bilemezdi Niyazi. Nereden bilecekti ki? Sabah olduğunda sadece uyanır, sistemin bir çarkı olarak dönmeye hazırlanırdı. Bunun bir parçası olmasa mühim değildi, o tarafta hiçbir şey değişmezdi. Fakat, hayat bunun bir parçası olma mücadelesi değil miydi? Bu yüzden bir “çark” olamamaktan korkardı Niyazi. O her şeyden korkardı zaten. Hayata karşı olan ürkekliği, her an duyduğu şaşkınlığı ile her şeyin, herkesin yabancısıydı. Memuriyetini ifa ettiği masasının ve üzerindeki dosyaların arkasında kendini tüm tersliklerden emin hissederdi. Orta boylu, orta kilolu bedeniyle yirmili yaşların sonundaki Niyazi, uysal, uyumlu ve sessiz karakteriyle kendini herkese sevdirirdi. Hiçbir şeye itirazı olmayan birine kimin itirazı olabilirdi ki?
Hafta sonu baharın güzel, güneşli bir günüydü. Ne yapacağını düşünmeden fırladı evden. Şehrin kalabalığında bir yalnızlık dalgasına bırakacaktı kendini. Birden sahile inme isteği duydu. Böyle muhteşem bir günde başka türlüsü mümkün olamazdı. Rıhtımda en uca kadar geldi, parmak uçlarında yükseldi ve kollarını iki yana açarak var gücüyle gerindi. Tüm günü kucaklamak ister gibiydi. İşte şimdi uyanmıştı. Gözlerini açar açmaz dikkat kesildi. Bir insan. Bir kadın. En uçta (daha uçta). Öyle ki parmak uçları boşlukta… Yüzünde şu denizden telkin edilen huzur ve kabulleniş akisleri… Dudaklarında dua gibi cümleler kıpırdanıyordu. Bu insanda sanki yüzyıllık aşinalık, yakınlık ve daha bir sürü tarifi mümkün olmayan sıcaklık vardı. Bir ürperti… Aniden uyanan seziyle ona doğru atılma isteği duydu. Aynı anda kendine hâkim oldu. Ne yapıyordu bu kadın? “Ne yapıyor bu kadın? Atlasa da ölmez ki buradan. Ne diyorum yahu ben? Bir şey yapmalı.” Telaşlı bir refleksle:
-Hanımefendi, ne yapıyorsunuz? 
Bunu öyle yarım ağızla ve cesaretsiz söyledi ki ancak bir geveleme duyulabildi.
- Efendim?
- Şey… Ne diyeceğini bilemedi ve kendinden beklenmedik bir cesaretle (beklenen bir saçmalamayla) konuşmaya başladı:
- Ölmek için güzel bir gün. İçinden: “Ne diyorum ben?” … (?) 
- Yaşamak için demek istediniz herhalde.
- Yani, fazla güzel bir gün demek istedim. Daha içinden: “Aferin oğlum saçmalamaya devam et.” Ve koyuverdi kendini artık, ne söylese yeriydi.
- Ne fark eder ki?
- Ama henüz sizin için bir şiir bile yazılmadı. “Nereden çıktı şimdi bu? Sıva şimdi oğlum Niyazi.”
Kadının gözlerinde, hafızasının ara sokaklarında bir aşinalığa rastlamış gibi kıvılcımlar şavkıdı.
- Merak etmeyin intihar etmeyeceğim. Hem nerden biliyorsunuz?
- Şey… Aç mısınız? “Ne güzel bağladın konuyu, aferin Niyazi, aferin!” Ne de olsa aç karnına ölmek hoş olmasa gerek, diyerek nükte yapmaya çalıştı. Bunu yapmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki… Buz gibi bir rüzgâr esti kadının bakışlarında.
“Ulan! Niyazi, konuşmaktan acizsin bir de nükte yapmaya kalkıyorsun.” 
“Hep sizin suçunuz Efendim. Böyle hikâye kahramanı mı olur? Hatta böyle adam mı olur? Size kalsa iki çift söz ettirmeyeceksiniz. Ayrıca anlatımınızı da beğenmiyorum. Hâlbuki bir bıraksanız bende ne cevherler gizli. Rica ederim bırakınız. Ben anlatırım her şeyi.” 
“Anlat bakalım Niyazi. İnsanın kendini bilmesinden daha iyi bir şey yoktur. Sulandırmadan anlatmalısın tabi, biliyorsun mevzuu ciddi.” 
“Bilmez miyim Efendim? Nasıl da derinlemesine biliyorum bir bilseniz.” 
“Uzatma Niyazi!”
“Ben ki aşkın zahir üzerinde birçok aksini yakinen görmüş, tanımış, yaşamıştım. Hislerim, bu yeni vaziyetle de yadırgamadan ve tereddütsüz -benden ayrı bir şahsiyetmiş gibi- hemhal oluvermişti. Bu ‘şahsiyetin’ aşka müstakil kısımları, ona o kadar ram olmuştu ki, bir müptelanın histerik derecedeki iştahıyla tutturuyor, eylemlerime kimi zaman yön veriyor, kimi zaman onları tamamıyla ele geçiriyordu. Böyle zamanlarda kendimle müthiş bir savaş veriyor, mantığımın en acımasız silahlarıyla saldırıyor, eylemlerimin savaş için elzem hâkim tepelerini geri almak için muazzam acılar çekiyordum. Ve tüm bu hengâmeyi dışarının sınırlarında tutmak, alevler içindeki koru avuçlamaya eş değerdi. Neyse ki, bu defa bu türlü acılar yaşamamıştım. Bunlar çok başka şeyler, başka tecrübelerdi.
Sahilde bir yere oturmuştuk. Heyecandan dilimin tutulduğunu zannettim. Kafamın içi sanki terkedilmişti. Bir şeyler söylemek lazım geldiğini şiddetle seziyor, bir cümle dahi kuramıyordum. Uzun bir sessizlik olmuştu. Sanki konuşsam tüm zamanların en saçma cümlesini kuracaktım. Birden hatırlar gibi baktı: ‘Cemil MERİÇ’ dedi. Aynı anda bende ne dediğimi hatırladım. Gözlerimiz bir an buluştu ve gülmeye başladık. İşte o an oldu ne olduysa. 
Önce kör oldum sandım sonra sağır. Karnımda bir karıncalanma başladı. (Yoksa kelebeklenme mi demeliyim?) Mekândan bir kopuş başlayıverdi. -Şimdi düşününce insanın bu denli kendini kaybetmesi nasıl da abes geliyor- Tüm eşya, ses, zaman varlığını yitirdi. Sanki koca evrende yalnızca o kalmış ve başka her şey, bir şey olmaktan vazgeçmişti. Asıl inanılmaz olan ise bütün varlık âleminin kendini sırf bir gülümseyişe vakfetmesi ve tüm mükemmelliğini bu kadar sade sergileyebiliyor olmasıydı. İçimde müthiş bir açıklık hissettim. Bu açıklık giderek büyüyor, tüm gök kubbeyi kaplayabilirmiş gibi geliyordu. Her şeyi, herkesi, tüm dünyayı kötülükleriyle severken duyduğum huzurun kollarına bırakmak istiyordum kendimi. Anlamadığım, bilmediğim bir şarkının temposunu tutmaya çalışan kalbim, bunu beceremiyor ve bu başarısızlık suratımda gevşek bir gülümsemeyle somutlaşıyordu. Bu gülümseme herhalde dünyanın en şapşal ifadesiydi. Ve tüm bunlar birkaç saniye içinde olup bitivermiş ancak her şeyi alt üst etmeye yetmişti.
“O gün uzun süre konuşmaya devam ettik. Yani o konuştu ben dinledim. Zaman mefhumunu kaybedeli çok olmuştu. Bu saatler neler düşünmüştüm, neler hayal etmiştim? Ne anlatmıştı peki? Tiyatrocuydu. Oyunlardan, kitaplardan bahsetmişti. Belki birçok şey daha
vardı. Hâlbuki çok dikkatli dinlediğimi biliyordum. O gün sözleşerek ayrıldık. Haftaya oyunu vardı. Mutlaka geleceğimi söyledim. Şaşkınlığımdan olsa gerek başka hiçbir şey bilmiyordum. Adı, adı neydi sahi?
Ertesi sabah aynı saatte, aynı yere (sahile) türlü bahaneler bularak kendimi sürüklemiştim. Bu, bir müptelayı teskin için zoraki yapılmış bir eylemdi. Sürekli ‘Bunun onunla bir ilgisi yok.’ diyordum. Kendime asla itiraf etmemekle beraber onu aynı şekilde, aynı yerde bulacakmışım gibi bir zanna kapılmıştım. Tabi ki orada değildi. Ama insan bazen, asla olmayacağını bildiği şeyleri bile kendine kanıtlamak ister. Öyle değil mi?
Bir hafta. Geçmek bilmeyen ıstırap dolu bir hafta… Hayatımın en uzun bir haftası… Ne yapacağını bilemez halde, sabırsız ve telaşlı bir heyecan. (Neyin heyecanı bu?) İnsan bu vaziyette yaşayabilir mi? Yaşıyormuş, en azından bir hafta yaşayabilirmiş. Ama nasıl yaşamak? İnsanın kendini bir ihtimale mahkûm etmesi ve bununla memnun hissedebilmesi… Biraz sonra biri gelecek ve mükemmel bir haber getirecekmiş gibi ılık bir merakla bekleyip durmak. İşte böyle bir hafta… İş bu kadarla kalsa iyi telakki edilebilirdi. Lakin kontrolü kaybettik, raydan çıktık bir kere. Bu biraz şey gibi, nasıl desem? Buzlu yolda frene basınca otomobilin durmayacağını bilip de gaza basmak gibi bir şey. Böyle zamanlarda herhalde insana en az lazım gelen şey akıl oluyor. Yani daha fazlası gerektiği sezilemiyor. Sağduyu kanalları tıkanıyor. İnsan neticesi müphem tehlikeli oyunlar oynamak istiyor. 
Bir hafta. İnsanın bir hafta boyunca bir gülümsemenin imgelemiyle boğuşması ne demektir? Bu gülümsemeyle uyuması, bu gülümsemeyle uyanması… Alt tarafı basit bir gülümseme, ne vardı bu kadar büyütecek? Ne vardı içimi köşe bucak kuşatacak? Sanki bu gülümseme ruhumun en ücra köşelerine kadar sızmış, kimyasını başkalaştırmıştı. İnsan bazen ne çabuk değişiyordu. Ya da öyle sanıyordu. Ya da…
Günde birkaç defa kendini giderek sıklaştırdı; birkaç dakika, birkaç saat ve her anı doldurup taşırdı. Her şey inanılmaz derecede olağanüstü ve bir o kadar sıradandı. Eylemsel hayatta fevkalade bir değişiklik yoktu. Fakat iç dünyamda muazzam bir hareketlilik vardı. Ancak tüm bunlara bu kadar yabancı olmak… Hiçbir ilgim yokmuşçasına dışardan seyirci kalmak. Bilmediğim ülkede anlamadığım sebeplerle oluşmuş karmaşanın ortasında kalmış gibi şaşkınlık duymak... Şöyle böyle bir sürü duygu karmaşası içinde, günler bana inat oyalanır gibi ağır ağır geçiyordu.
Sonunda büyük gün gelmişti: Oyun günü. Büyük dedimse bunun ne benim tarafımda ne onun tarafında büyüksenecek bir tarafı yoktu. Sadece bir bekleyiş sona erdiği için bana öyle gelmişti. Çocuk saflığı içinde, belki de her şeyin çok daha güzel bir hal alacağını, bir anda değişeceğini umut ediyordum. Oysa zaman gerekliydi, çokça zaman ve bu zıkkım insan hayatında kıtça bulunan bir şeydi. -Hele ki en lazım geldiği anlarda- Hâlbuki benim acelem vardı. Bütün yaşanamamışlara geç kalmış olmanın ve yaşanamayacaklara yetişmenin acelesi.  
Çiçekleri oyundan sonra verilmesi için kulise bırakmıştım. Oyun biraz uzun sürdü. Tabii izlerken hiç de öyle gelmemişti. Ön sıralarda yer bulduğuma sevinmiştim. Beni görmesini, fark etmesini; ufak bir reveransla, bir bakışla selam vermesini arzuluyordum. Böylece kendimi ayrıcalıklı hissedip gizli bir gurur duymak çok güzel olacaktı. Elbette ki böyle bir şey olmadı.” 
DEVAMI ...

Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to Mrttkn41

2 Comments

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.