Bir Adam Bir Gün (part 2)

CqsK...pwmy
20 Jan 2024
20

Yine kendi kendine güldüğünü gören iş arkadaşı: “Hayırdır ne oldu yine?”
“Hı?.. He, önemli değil, aklıma bir şey geldi de.” Kokmuş yalanını söyledi ve içinden: “Allah’ım ne kötü yalancıyım. Ama bu günah sayılmaz değil mi? Ne de olsa bunun doğru olmadığını, durumu kurtarmak için söylenmiş (‘canım öyle istedi arkadaş!’ yerine söylenmiş), bir geçiştirme cümlesi olduğunu arkadaşım dahi herkes biliyor. Yalan bile sayılmaz hani.” Çevresindekiler alışıktı bu hallerine. Bir de diğerleri alışabilse… Ama hiç alışamayacaklardı. Böyle birini gördüklerinde düşmanca bakacaklar ama aynı anda hafif çekineceklerdi. Bazıları hemen karşı kaldırıma geçecek, geçerken “Allah’ ım sen akıl fikir ver, yazık valla. Tüh-tüh!” diyecekti. Kimisi, “Kim salıyor bu manyakları sokağa?” deyip kızacaktı kendi kendine. Belediyenin bunları sokaklardan toplama hizmeti olmadığı için hayıflananlar, belediyeyi hemen yanındakine sözlü bir dilekçeyle şikayet edenler bile olacaktı. Olsundu. Böyle şeyler olurdu. Toplumsal normallik olmazsa olmazdı. Bunun sınırlarına hangi cihetten yaklaşırsanız yaklaşın kabul edilemezliğin müeyyideleri tecritten ölüme kadar varabilirdi. İster Hallac-ı Mansur olun, isterse Galileo Galilei hiç fark etmezdi. Toplumsal cezanın affı çıkmazdı. Bu ‘suç’ ancak zamanın yanılmaz adaletinde aklanabilirdi. Zaman buna da deva idi. Zaman uzak demekti ve toplumlar ancak uzağı net görebilirdi. Çünkü doğuştan miyoptu. Uzağı göreyim derken de tekerrürlere ahmak gibi takılırdı. Bu körlüğe bir gözlük icat edilmeliydi. Daha da kötüsü ‘toplumsal anormalite’ ye karşı toplumsal hoşgörüyü de icat etmeyi unutmuş olmaktı. Toplumsal hafızamız zayıf olmasa unutmazdık elbette. Az gelişmiş ülkelerin az gelişmiş beslenme alışkanlığından olsa gerek. Ekmeği az yiyin demişlerdi çünkü. Demişlerdi demesine lakin ne vardı başka, insanın karnıyla sırtını bu kadar kolay ayıran? Bunu söylememişlerdi. Evet, ekmeği seviyorduk ama romantik olduğumuz için değil elbette. Çalışmadığı her an aklına bir şey gelirdi. Bu yüzden olsa gerek çok çalışırdı. Neyse ki bir kaçış alanı vardı. Belki de her gün, en çok da bu yüzden işsiz olmadığına şükrediyordu. Yoksa delirmemek işten bile değildi. Her gün akşama kadar çalışır zihnini epeyce yorardı. Bunu bilinçli yapmazdı ama belli düzen içinde, bir şeyleri korumak için yapıyormuş gibiydi. Sanki bu yorgunluk olmasa bütün iç dünyası darbeyle her şeyi ele geçirecekti. Görünüşteki sarsılmaz düzenin içinde her gün biraz daha güçlenen bir karmaşa büyüyordu. İnsan kendine, olaylara, insanlara karşıdan bakmayı öğrenmeli. En çok da kendine bakabilmeli. Yoksa bir pergelden ne farkımız kalır Sayın Okuyucu? Ancak bir daire çizebiliriz kendimizce. Düzeltiyorum çember yapabiliriz kendimize. Ha-Hay! Bir bakışın etrafında dönüp duruyoruz. Döndükçe kapanıyoruz kendi çemberimize. Çembersel bir döngüyle sarsılmaz duvarlar örüyoruz. Değişmez yargılar yazıyoruz duvarlarımıza, her sabah kalkıp okumak için. -Ne kadar haklıyız, bu sabah da. Değil mi?- Duvarlar o kadar örgün o kadar yalıtkan ki tüm empati mazgallarını körlüyor. Oysa nasıl da net görülüyor her şey (çemberimizde). Çok cephesel bir körlük bu. Duvarlarımız birer iyilik anıtı. Ne yazık ki insanlar kötü, dünya kötü işte. Ne olacak bu toplumun hali? Tüm her şeyi kötüleyip içsel huzur havuzunda erdemlerimizi parlatıyoruz. Gerçeklerimizi perçinliyor ve savlarımızı sivriltiyoruz. Kuş bakışı bu insanlar ne kadar da ucube, aman Yarabbi! Öyle ya, bizden daha mükemmeli var mı Sayın Okuyucu? “Bunun konumuzla ne ilgisi var Niyazi? Senden bahsediyorduk.” “Tutamadım kendimi Efendim. Dediğiniz gibi bir karmaşadır gidiyor. Biri beni durdursun diyorum ama …” “Tamam, sus Niyazi. Karışma benim işime.” “Bir dakika Efendim mevzu bahis olan benim, beni susturamazsın, ben bu hikayenin baş kahramanıyım hatta tek kahramanıyım.” “Evet, Niyazi tek kahramanısın. Neden acaba düşündü mü hiç?” “Çok düşündüm Efendim hem de çok ama düşünmek bir şeyi değiştirmiyor. Bu iş ancak pisliğe terakki ediyor. Bilmem anlatabildim mi?” “Niyazi sen adam olmazsın.” “Bu yalnızlık her derde bela Efendim. Toplumsal bir sorun olabilir hatta birçok toplumsal sorunun temelinde bile yer alabilir.” “Abartma Niyazi nasıl yani?” “Şöyle ki: Bu yalnızlık korkusundan muztarib kamplaşarak yaşamaya çalışan "insancık" ın hazin öyküsüdür Efendim. Toplumsal kutuplaşmanın temelinde yatan sebeplerden bir tanesi de insancığın yaradılıştan gelen ilkel ve içgüdüsel yalnızlık korkusudur. Bu korku aidiyet duygusunu tetikler. Böylece toplum içinde birey olarak varlık gösteremeyen insancık, bir grubun ideoloji ve misyonu dahilinde kimlik kazanmaya çalışır. Yani yalnız kalmamış ve kolektivist duygularla güven kazanmış olur. Bu sefer ait olduğu sürüden dışlanmamak veya yerini pekiştirmek için (bukalemun hızında) uyum sağlar. Ve kendine verilen görevleri kâh fanatik duygularla kâh menfaati gereği yerine getirir. En şuurluları dışarıdan gelecek fikirsizlik suçlamalarına maruz kalmamak için bu yolu seçer. Kalemlerini bir kılıç gibi ustaca kullananları bile görülmektedir. En militan ruhluları ise kendilerini, bu uğurda "feda olma" sloganıyla avutup, varlıklarına kutsiyet katmak isterler. Bir fikir ve amaç edinmiş olan bu insancık artık zulüm, haksızlık ve bilumum kötülüğün düşmanı; hatta adalet, iyilik ve hakkaniyetin amansız şövalyesi Don Kişot' tur. Bu insancıklardan oluşan çeşitli sürüler menfaat ve fikir teması noktasında çatışma ihtiyacı duyar. Zira kendi gibi olmayan herkes yanlıştır ve topluma zararlıdır. Yok edilmelidir. Bu var olma savaşı insancık tarihi boyunca kazanım' sız ve kazanan' sız devam edeceğe benzemektedir.” “ Senin aklına su kaçmış Niyazi. Saçmalama.” Korktuğu şey yine başına geldi. Akşam oldu. Ah, bir korkmasa ‘bazı şeyler’ ne kadar da düzgün olacaktı. (Neydi o bazı şeyler?) Bir hüzün dalgası tüm ruhunu gecenin mavi gökyüzünü kapladığı gibi kaplayacaktı. Üstelik yıldızları da yoktu. Ancak bir umut kayabilirdi içyüzünden. Neyi vardı bu gecenin mütemadiyen hüzünlü? Bir gecenin kaç hüznü var? Bir hüznün kaç yüzü? Her şey kendiliğinden olurdu. Eve de kendiliğinden, hiç fark etmeden gelmişti. Biri her gün gidip geldiği yol üzerinde bir yeri sorsa bilmezdi. Bir yere gitmek gerekse turist gibi başkasına sorması gerekirdi. Nalbura gitmek gerekse ancak o zaman her gün önünden geçtiğini idrak ederdi. Yürüme eylemi fiziki ortamdan kopuş için bir makine devinimiydi. Ayaklarıyla beraber kafası makine gibi işlemeye başlardı. Hızını alamazsa evin yolunu bile uzatırdı. Evi zaten uzaktı. Arabası olma ihtimali daha uzaktı. Toplu taşımaya karşı ise bir hıncı vardı. Bu hususta oldukça beceriksizdi. Ya yanlış otobüse biner ya yanlış durakta iner kimi zaman da metroyla ters istikamete giderdi. Yürümek en güzeliydi. Neden mi, Sayın Dinleyici? Çünkü, toplu taşıma kısa dönem ruhsal ve fiziksel bunalım demekti. (Keşke bunun da bedellisi çıksaydı.) Zira fazlaca topluydu. Hem bu sabah-akşam yolculukları başka-başka sıkıntılar demekti. Her surat başka bir insan, her insan başka bir hayat demekti. Bu suratlara bakıp; “ Acaba bu gözlerin arkasında nasıl bir insan, nasıl bir hayat var? Çocukları, arkadaşları, ailesi, akrabaları nasıl, mutlu mu, ne derdi var? Vs…” demekti. Herhangi birini hayalet gibi takip edip belgeselini çekmek gibi delice gülünç fikirler demekti. Ter, sıkışıklık, “az ilerleyelim”, “tepemize mi çıkacaksın kardeşim!?” demekti. Oysa bir amacı gerçekleştirmek için hepimiz toplanmıştık işte. Mikro bir toplum oluşturmuştuk hemen şuracıkta. Ama bir sıkıntı vardı bu işte; belki de çok sıkıntı vardı. Toplu taşınma eylemini bir kültüre dönüştürememiştik. Ah, toplu taşınma bilincini bir edinebilseydik. Toplum olma bilincini bile kotarabilirdik belki de. “Yine abarttım mı yoksa Efendim?” “Köpürteyim derken cıvıttın be Niyazi. Karışmasan olmaz mıydı sanki?” “Olmazdı Efendim, birinin içimize tercüman olması, kahramanlık yapması gerekiyor.” Eve dönmek bile bir memleket meselesi olabilirdi. Akşam olması bir melankoli çıkmazıydı. Her gün daireden dönerken aynı ruh halini giyerdi üzerine, her mevsim giyilebilirdi bu, fark etmezdi. Bunu yapmasında bir istek yoktu ama bir itirazı da olmuyordu. Sanki fark etmediği gizli bir haz alıyordu bu buhranlarından. İnsan acıyı seviyor Sayın Okuyucu. Tabi bunu söylerken kendimden yola çıkıp bir genelleme yapmıyorum. (Şimdi içinizden bunu geçirmediniz mi? Sırf bu gerçeği kabul etmek istemediğiniz için.) Yoklayın bakalım çekmecelerinizi, bir acıya meyil sezilmiyor mu? Siz hiç aşık olmadınız mı mesela? … İşte yakalandınız Sayın Okuyucu? Düşünmek, hissetmek, anlamak, anlamaya çalışmak, inanmak ve yaşamak acı vermiyor mu? Buna rağmen sevilmiyor mu? Belki tüm bunlar bir şair duyarlığıdır. Sizi suçlayamam Sayın Okuyucu. Bir müteşair: “ Şair olmak duygusal bir intihardır” demişti. Tüm acılara ayarlanırdı tüm duyarlıklar. Ve bir mektubunda şöyle yazacaktı tüm bunları; “Ah sevgilim, Neden bu kadar duyumsuyorum hayatı? Neden bu kadar acıtıyor can' ımı? Tüm derim yüzülmüş halde ve olabildiğince acımasız abanıyor üzerime. Bu acının tarifi başka türlü mümkün değil, ben bilmiyorum. Belki hırslarım olsaydı, amaçlarım, hayallerim, ümitlerim olsaydı. Anlamlarım olsaydı bir avuç. Benliğime hiç nüfuz etmezdi belki bu epeyce hassas hissetme illeti. Ve yalnızım sevgilim, şaşırtmasın seni. Evet, belki bir itiraf bu. Senin bütün muayyen varlığına rağmen yalnızım işte. Ruhumun belirsiz, anlaşılmaz ve paylaşılamaz ıztırabı dayatıyor bunu bana. Yegane mücrim benim. Anlamıyorsun belki, olsun, anlayabilirim. Bu hayatı yaşamaya değer kılan tek sebep sensin. Daha birçok ilahi sebebi ruhumun derinliklerinde hissettiğimi iddia edebilirim. Ama tüm bunları kavrayamayacak kadar acizim. Göremeyecek kadar kör, duyamayacak kadar sağır, öylece bakacak kadar akılsız. Ve tüm bunlardan müteşekkil muazzam bir acı sarmalını hak ediyorum işte. Dünya her an dağılmaya muktedir bir sis. Her şey bir siluet. Zaman umursamaz, insanlar anlamsız. Ben bir garip, sen sevilesi, hayat gereksiz. Ama bir anlamı olmalı değil mi? Yoksa ne gereği vardı, sevgilim?” Her akşam bu nevi düşüncelerle evin yolunu tutup, içinden çıkamayınca kitaplarına kaçardı. Başka-başka insanların türlü türlü hikayesini yaşar, yeni dünyalar, düzenler kurardı. Bir duygudan diğerine, empatinin tüm imkanlarını zorlayarak girerdi. Eşyayı kafasında, betimlemenin en ufak ayrıntısına kadar tahayyül eder, gözleri satırlarda gezinirken zihni aynı anda resmi çizmeye başlar, hiçbir ayrıntıyı atlamazdı. Kaçacak başka yer, sevecek başka bir şeyi yoktu. Bir de yazmak vardı ama bu başlı başına bir işti. Bunu beceremezdi. Çünkü aklından geçenleri bir türlü düzene koyamazdı. Önü alınmaz bir sel gibi aklından geçip gidiyorlardı. Neresinden tutsa elinde kalır, elinde kalansa bir şey etmezdi. O yüzden bu hevesten hemen vazgeçti. Okumak, her kitapta başka bir alemde yaşamak yenisini kurmaktan elbette daha kolaydı. Hiç düşünmeden yine işin kolayına kaçmıştı.

Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to Mrttkn41

2 Comments

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.