Bir Adam Bir Gün
Birazdan okuyacağınız öykü bir kepazelikten ibarettir. Baştan sona tam anlamıyla karmaşa ve tutarsızlık yığınıdır. Bir adam düşünün ki (bu bizim Niyazi olur) ne olay kahramanı olabilmiş ne de bir durumun içinde bulunabilmiştir. Buna durum hikayesi demeye bile dilim varmıyor. Siz buna ‘durağandurum’ hikayesi diyebilirsiniz. “Beni hafife almayın Efendim, bir varsayımla dünyayı bile kurtarabilirim.” Zira ben öykü olduğundan bile şüpheliyim. Bu rezilliğin bir tekniği, bir üslubu bile yoktur. Anlatımı, kimi zaman anlatıcı (bendeniz) kimi zaman kahramanın (neyin kahramanıysa bu Niyazi) kendisi gerçekleştirir. Bazen diyaloglar karışır işe ve bu diyaloglar kendi kendine çok sesli bir hal alabilir. Anlatıcıyla kahraman konuşabilir. Kahramanımız sizinle konuşabilir. Herkes herkesle konuşabilir. Her an her şey olabilir. Ortalık karışabilir. Böyle bir takım komplike durumlar peydah olabilir. “Doğhu mu Niyazi?” “Doğrudur Efendim. Benden her şey beklenir. Bu kafamın içi bir rezillik denizi. Ha-Hay! Yeri değil ama söylemeden geçemeyeceğim Efendim. Bir soyadı verebilirdiniz bu fakire. Kişiliksizliğim ancak bu kadar somut olabilirdi doğrusu, Bravo!” “Aldırma Niyazi, sen bizim kahramanımızsın.”
İşbu yazı bir önsöz değildir. Önsözler gereksizdir. Bütün önsözler ölmelidir. Arz ederim.
Bir insanın başına her şey gelebilir, Sayın Okuyucu. Bazen hiçbir şey de gelmeyebilir. Ki bu vaziyet ziyadesiyle can sıkıcı olabilir. Sanki dünyanın bir yerinde unutulmuşsunuz gibi bir sanı peydah oluverir. İşte böyle en çekilmez zamanlarda kötü de olsa bir şey olsun isterim. Yaşadığımı hatırlatacak, varlık aleminde tutunacak bir dal ararım. Allah’ tan şerle gelen bir lütuf dahi beklerim. Son zamanlarda yeni bir kötülük doğurdu aklım. (Ah, bu aklım yok mu?) Kötü bir şey bile olmuyorsa sen bir şey yapmalısın dedim. Kötü bile olsa bir şey. Ama neden kötü? Önce iyilik yapmak gelebilirdi aklıma. Ben kötü biri miyim? Bu soruyu bilmem kaçıncı kez soruyorum kendime. Yine cevap vermeye korkuyorum. Kim kendine kötüyüm der ki? İnsan kendine kör bakmıyor mu?
Bütün bunlar hızla geçti aklından. Başka şeylerde vardı sanırım, şu anda hatırlayamadığım. Bir şeyler daha olmalıydı ama bu içimizin çetelesini tutmak kolay değildi ne yazık ki. İçimizden geçip duran bu karmaşa bitmek bilmezdi bir türlü. Sahi, ne var bu içimizde akıp duruyor gürleyen şelale gibi? Hep düşüp çarpıyoruz sert kayalara. Nereye akıp gider? Bir meçhul denize dökülür sanki. Bir sürü kitap içimize tercüman olurken içimizden geçenleri ne yapmalı? Onları yazalım desek nasıl olur? Kime ne anlatır ki bütün o deli saçmaları? Yok-yok anlatamıyorum. Biri anlatsa keşke benim yerime.
Her sabah olduğu gibi yüzünde bir hissizlik maskesiyle uyandı. Yatağın kenarında, dünyanın tüm bedbahtlığı omuzlarındaymış gibi birkaç dakika oturdu. Yine halının desenlerine dalıp gitmişti. Aklından neler geçiyordu Allah bilir. Besmele çekip kalktı. Bunun sanki her şeyi yerine getirici, düzeltici bir etkisi vardı ve tüm günü kurtaracaktı.(Allah’ tan ümit kesilmezdi.) İki odalı çatı katında yaşıyordu. Şehrin biraz kenarında, yabancılaşmaya yüz tutmuş komşuluk ilişkilerinin tutunmaya çalıştığı bir binaydı burası. Ortam yaşamaya çok müsaitti yani (Niyazi için.) Terliklerini giydi. Kalkınca hemen sağındaki pencereden baktı. Şehrin üzerine çöken kirli-gri ağırlık görülebiliyor; dibe çökmüş kimyasal bir çözeltiye benziyordu. Bu hareketin hiçbir amacı yoktu. Camın önündeki komedine yine ayağını vurdu. Okkalı bir küfür etti. Sonra tövbe etti. Hiçbir şeyde neden karar kılamazdı? Kişiliğini bu git-gel’ ler hırpalayıp sıkıştırıyor, kim güçlü gelirse kendini onun kollarına bırakıyordu. Kişiliksizlik bir kişilik özelliği olabilir miydi? Hiçbir şeye karar veremez, verdiği her karardan pişman olurdu. Son zamanlarda pişman olduğu için de pişman olmaya başlamıştı. Karşı duvardaki aynaya baktı. Yine aynadaki yaratığa aldırmadı. Oturma odasından geçti ve banyoya gitti. Tıraş oldu, dişini fırçaladı. Daha bir az yaratıklaştı. Oturma odasında şöyle bir an durdu. Etrafına bakındı. Hangi eşyanın eksik olduğunu anlamaya çalışır gibiydi. Eksik olan bir şeyler vardı elbette ama ne idi o ‘şeyler’?
Yeni bir gün başlıyordu. Maskesini yıkayacak, dişlerini fırçalayacak, kahvaltı yapmaya üşenecek ve giyinip işe gidecek. Tanımadık yüzlere ifadesiz bakacak, tanıdık yüzlere (maske biraz zorlanarak) tüm gücünü yitiriyormuşçasına acıyla gülümseyecek. ‘Nasılsın?’ sorusuna (Anayasanın ilk üç maddesi gibi) değişmez şekilde, dünyanın en muhteşem yalanını söyleyecek: “İyiyim.” Günaydınlar, merhabalar… Tüm bu sabah seremonisi her gün bir robot düzeniyle yapılırdı. Gün olur konuşmak bir çile halini alabilirdi. Gece yarısı ‘pırt’ diye çıkan bir yasayla muaf tutulabilseydi keşke tüm bu işkencelerden.
Allah’ ım ne zor şey bunlar ve bir o kadar gerekli. Bu toplumsal gereklilik insan tavrını dört bir yandan kuşatıyor. Nefsin kötü yanlarına deli gömleği, bütün devrimci ilhamlarına bir bahçıvan makası oluyor. Toplumsal gereklilik işkencesinden kaçış içimize olmalı. İçimize dönmeli, içimize bakmalıyız. Dışarıda toplumsal bir yasa, toplumsal bir ahlak var. Keşke bunlar içimizde olsa. Ah, neden yok ki? Dedi kahramanımız masasında otururken. Evet, dedim Sayın Okuyucu, var mı itirazı olan? Ha-hay!