Az Çalan Hapsi Boylar, Çok Çalan Han Hamam Sahibi Olur

EgUP...jie6
20 Jan 2024
101

Yolun sonuna ulaşmak için, güneş ışınları, lacivert gök çizgisi boyunca uzanan kemerlerin birbirinden ayırdığı soğuk duvarları yalayarak dümdüz inmek zorunda.

Dümdüz iniyor güneş ışınları, duvarlara gelişigüzel oyulmuş pencerelerden, pencere eşiklerindeki tencerelere ekili fesleğen ve kekiklerden, iplere asılı çamaşırlardan aşağı; sonra daha aşağı, basamaklı ve çakıl döşeli, ortada katır sidiği için bir suyolunun bulunduğu kaldırım taşına.

Pin’in bir bağırması, dükkânın önünde, burnu bir karış havada, yüksek perdeden bir şarkı tutturması ya da kunduracı Pietromagro’nun vuracağı şaplak ensesine inmeden bir çığlık atması yetiyor, pencerelerde bir sesleniştir, bir küfürdür yankılanıyor:

“Pin! Gene günün bu saatinde kafa ütülemeye başladın! Haydi, şu şarkılarından birini söylesene bize, Pin! Pin, seni haylaz, derdin ne senin? Pin, maymun suratlı! Boğazı kuruyasıca, sesi çıkmayasıca! Sen yok musun sen, bir de şu tavuk hırsızı ustan! Sen yok musun sen, bir de şu döşeklik ablan!”

Ama Pin, sokağı yarılamış bile, elleri üzerine bol gelen ceketinin ceplerinde, gülmeden tek tek yüzlerine bakıyor:

“Hey Celestino, biraz sussana! Üzerindeki yeni giysi de pek güzelmiş. Sahi, Moli Nuovi’den kumaş çalan kimmiş belli olmadı mı hâlâ? Ne ilgisi var, desene. Selam Carolina, ucuz atlattın geçen sefer. Evet, geçen sefer ucuz atlattın, kocan yatağın altına bakmadığı için. Sana gelince, Pasquale: Senin köyünde olup bitenleri de anlattılar bana. Evet, evet, Garibaldi köyünüze sabunu getirmiş, senin köylüler hop mideye indirmişler. Sabun lüpleten Pasquale! Yahu, sabun kaça haberiniz var mı?”

Pin’in boğuk bir sesi var, büyümüş de küçülmüş gibi; her espriyi, gayet ciddi, alçak sesle söylüyor, sonra birden ıslığı andıran i-i-i-i’li bir kahkaha patlatıyor ve kırmızı-siyah çilleri bir yabanarısı sürüsü gibi gözlerinin çevresine üşüşüyor.

Pin’le alay etmeye gelmez; sokakta olup biten her şeyi bilir, ne yumurtlayacağı hiç belli olmaz. Sabah akşam pencerelerin dibinde boğazını yırtarcasına şarkılar söyler, bağırır çağırır, bu arada Pietromagro’nun dükkânında dağ gibi yığılı dibi delik ayakkabıların tezgâhı örtmesine, hatta sokağa taşmasına ramak kalmıştır.

“Pin! Seni maymun! Seni çirkin suratlı!” diye bağırıyor kadının biri. “Bütün gün kafa ütüleyeceğine, şu benim pabuçlara pençe vursana! Bir aydır dükkânınızdaki yığının içinde öylece duruyor. Hele ustan bir hapisten çıksın, ona söyleyecek bir çift sözüm var!”

Pietromagro yılın yarısını hapiste geçirir, talihsiz doğmuştur çünkü ve civarda bir hırsızlık olduğunda, mutlaka onu içeri atarlar. Geri döner ve dağ gibi yığılmış dibi delik ayakkabıları, başıboş bırakılmış açık dükkânı görür. O zaman tezgâhın başına geçer, eline bir ayakkabı alır, evirir çevirir, yeniden yığının içine atar; sonra sakallı yüzünü kemikli ellerinin arasına alıp söver. Pin ıslık çalarak çıkagelir, henüz bir şeyden haberi yoktur; karşısında Pietromagro’yu buluverir, havaya kaldırdığı iki eli, çevresi sapsarı gözbebekleri ve köpek tüyünü andıran kısa sakalın kararttığı yüzüyle. Çığlık atar, ama Pietromagro onu enselemiştir ve bırakmaz; dövmekten yorgun düşünce, onu dükkânda bırakıp meyhaneye sıvışır. O gün yüzünü bir daha gören olmaz.

Alman denizci, iki günde bir akşamları Pin’in ablasına gelir. Her defasında, denizci yokuşu çıkarken, Pin sigara otlanmak için yolda onu beklerdi; başlarda adam cömert davranıyor, her gelişinde üç dört sigara verdiği bile oluyordu. Alman denizciyle alay etmek kolay, çünkü söylenenleri anlamaz ve o donuk, şakaklarına kadar tıraşlı ablak yüzüyle öylece bakar. Sonra, çekip gittiğinde, arkasından alay edebilirsin, nasıl olsa dönüp bakmayacaktır.


***

Ablasının odası, Pin’in baktığı yerden bakıldığında, hep sisle kaplıymış gibi görünüyor: Dikey bir çizgi, içinde bir sürü eşya, çevresinde de gölgenin karaltısı; küçük aralığa gözünü yaklaştırmasına ya da uzaklaştırmasına bağlı olarak her şey sanki boyut değiştiriyor. Bir kadın çorabının içinden bakıyormuş gibi, kokusu da aynı: Ahşap bölmenin ötesinde başlayıp, belki o buruşuk giysilerden ve hep dağınık duran, çarşafları havalandırılmadan serilmiş yataktan yükselen kokusu ablasının.

Pin’in ablası, çocukluğundan beri, ev işlerini hep savsaklamıştı. Pin, bebekken, başında bir sürü kabuk bağlamış yara, ablasının kucağında ağlamaktan katılır; ablası ise, onu çamaşırhanenin önündeki sekiye bırakıp, mahallenin çocuklarıyla kaldırımlara tebeşirle çizilmiş dörtgenlerin içinde seksek oynamaya giderdi. Arada bir babalarının gemisi geri gelirdi; Pin yalnızca kollarını anımsıyor babasının: O kocaman, çıplak, koyu renk damarların görüldüğü güçlü kollar Pin’i havaya kaldırırdı. Ama anneleri öldükten sonra, babaları giderek daha seyrek gelmeye başlamış, sonunda hiç gelmez olmuştu; denizin ötesindeki bir şehirde başka bir ailesinin olduğu söyleniyordu.

Şimdi Pin bir odadan çok, bir sandık odasında yaşıyordu: Ahşap bir bölmenin ardında bir tür köpek kulübesi, bir de eski evin eğri duvarında, dar ve yüksek olduğu için mazgalı andıran derin bir pencere. Öte tarafta, bölmenin aralıklarından, her şeyi görmek için gözlerini döndürmekten neredeyse şaşı olacağı aralıklardan gördüğü ablasının odası var. Dünyadaki her şeyin açıklaması, o bölmenin ardında. Pin, bebekliğinden beri, aralıkların başında saatlerini geçirmiş, gözlerini iğne ucu gibi keskinleştirmişti; orada olup biten her şeyi biliyor, gene de hala “niçin”ine açıklama getiremiyor. Sonunda, her gece, kollarını göğsüne dolayıp yatağına kıvrılıyor; o zaman sandık odasındaki gölgeler tuhaf düşlere, birbirini kovalayan, birbirini döven ve çırılçıplak kucaklaşan bedenlere dönüşüyor, ta ki büyük, sıcak ve bilinmeyen bir şey çıkagelip Pin’in başucunda duruncaya, onu okşayıncaya ve kendi sıcaklığı içinde tutuncaya kadar: Her şeyin açıklaması bu, unuttuğu mutluluğun çok uzaklarda kalmış bir anısı.

Şimdi, kalçayı andıran pembe dolgun kollarıyla Alman, üzerinde fanila, odada dolaşıyor ve arada bir bölmedeki bir aralıktan Pin’in onu görebileceği bir noktaya geliyor; bir ara Pin, ablasının havada bir daire çizip çarşafın içine giren dizlerini de görüyor. Alman denizci tabancanın bulunduğu kemeri nereye koydu acaba? Pin, şimdi bunu görebilmek için eğilip bükülmek zorunda. İşte, şurada, bir sandalyenin arkalığında tuhaf bir meyve gibi asılı duruyor. Pin: “Keşke bakışım gibi ince bir kolum olsa, aralıktan sokup silahı alsam ve kendime doğru çeksem,” diye geçiriyor içinden. Şimdi Alman çıplak, üzerinde yalnızca fanilası var ve gülüyor; çıplakken hep güler, çünkü onda kızları andıran utangaç bir yan var. Yatağa atlayıp ışığı söndürüyor; Pin, yatak gıcırdamaya başlamadan önce karanlık ve sessizlikte bir süre geçeceğini biliyor.

Şimdi tam zamanı: Pin’in, çıplak ayak, emekleyerek odaya girmesi ve gürültü etmeden sandalyeden kemeri aşağı çekmesi gerek. Bütün bunların amacı, şaka yapmak, sonra da gülüp alay etmek değil; meyhanedeki adamların, gözlerinin akındaki donuk bir ışıltıyla sözünü ettikleri, ciddi ve gizemli bir amaç söz konusu. Gene de, Pin her zaman büyüklerle dost olmayı, büyüklerin hep onunla şakalaşmasını ve ona sırlarını açmasını arzu ederdi. Pin büyükleri seviyor, bütün sırlarını bildiği güçlü ve budala büyükleri kızdırmayı seviyor; Almanı da seviyor ve şimdi yapacağı şey, telafisi imkânsız bir şey olacak; belki de, bundan sonra, artık Almanla şakalaşamayacak; meyhanedeki dostlarıyla ilişkisi de değişecek, kendisini onlara bağlayan bir şeyler olacak, öyle bir şeyler ki, ne alaya alabilecek, ne hakkında açık saçık sözler edebilecek ve onlar her zamanki gibi çatık kaşlarıyla bakıp, alçak sesle, giderek daha tuhaf şeyler isteyecekler ondan. Alman yandaki odada hırıltılı sesler çıkarırken ve ablası sanki koltukaltından gıdıklanmış gibi çığlıklar atarken, Pin yatağına uzanmak, gözleri açık, öylece durup hayale dalmak ve çete üyelerinden çok daha fazla şey bildiği için onu reisliklerine kabul eden çocuk çetelerini, hep birlikte büyüklere meydan okuyup onları dövdüklerini ve olağanüstü şeyler yaptıklarını hayal etmek istiyor – büyükleri de ona hayranlık duymak, reis olarak başlarına geçmesini istemek, onu sevip başını okşamak zorunda bırakacak şeyler. Oysa, o, gece yarısı, tek başına; üstelik, büyüklerin nefretine uygun şekilde hareket etmek, Almanın tabancasını çalmak zorunda: Teneke tabancalar ve tahta kılıçlarla oynayan öteki çocukların yapmadıkları bir şey bu. Pin yarın yanlarına gitse, onlara gerçek, parlak, göreni korkutan ve kendiliğinden ateş etmek üzereymiş gibi duran bir tabancayı yavaş yavaş açığa çıkararak gösterse, ne derlerdi? Belki de korkarlardı, belki Pin de korkardı, tabancayı ceketinin altında sakladığı için; aslında, kırmızı çatpatlarla ateş edilen şu oyuncak tabancalardan biri yeterdi ona, bu tabancayla öyle korkuturdu ki büyükleri, bayılıp yere düşer, ondan af dilerlerdi.

Oysa şimdi Pin, çıplak ayak, odanın eşiğinde emekleyerek ilerliyor, başını perdeden içeri sokup, hemen burnuna çarpan o kadın-erkek kokusunun içine daldı bile. Odadaki mobilyaların gölgelerini, yatağı, sandalyeyi, üçgen tabanlı uzunca bideyi görüyor. İşte şimdi yataktan o karşılıklı iniltiler duyulmaya başlıyor, şimdi çıt çıkarmadan dizleri üzerinde ilerleyebilir. Ama belki de, döşeme gıcırdasa, Alman bunu duyup birden ışığı yaksa, kendisi de çıplak ayak, arkasında ona “domuz!” diye bağıran ablası, kaçsa, hoşuna giderdi Pin’in. Keza, bütün komşular olanları duysa, meyhanede de bundan söz edilse ve o, olanları Şoförle ve Fransıza anlatabilse (bir sürü ayrıntıya girerek; öyle ki, ona sahiden inansınlar ve şöyle desinler: “Yeter. Olmamış işte. Bundan söz etmeyelim artık.”).

Döşeme gerçekten de gıcırdıyor, ama o an pek çok şey gıcırdadığı için, Alman duymuyor. Pin, şimdi kemere dokunabiliyor; eli değince anlıyor: Büyülü değil, somut bir şeymiş kemer ve sandalyenin arkalığından kolaycacık, hatta yere çarpmadan aşağı kayıyor. Şimdi “iş” olup bitti, önceki yapmacık korku gerçek korku halini alıyor. Kemeri bir an önce tabanca kılıfının çevresine sarıp, hepsini, eli ayağı birbirine dolanmadan, kazağının altına gizlemesi; sonra emekleyerek aynı yolu, yavaşça ve dilini dişlerinin arasından çekmeden -çekerse, korkunç bir şeyler olacakmış gibi- geri dönmesi gerek.

Bir kez odadan dışarı çıkınca, yatağına geri dönemeyeceğini, tabancayı pazardan çaldığı elmalar gibi yatağın altına saklayamayacağını fark ediyor. Birazdan Alman kalkacak, tabancasını arayacak ve her şeyin altını üstüne getirecek.

Pin sokağa çıkıyor, tabanca hiç de rahatsız etmiyor onu; giysilerinin içinde böyle gizli durduğunda, öteki nesneler gibi bir nesne ve üzerinde olduğunu unutabilir; Pin, daha çok, bu umursamazlığından hoşlanmıyor ve “keşke tabancayı hatırladığımda, şöyle bir ürpersem” diye geçiriyor içinden. Gerçek bir tabanca. Gerçek bir tabanca. Pin, düşünceyle coşmaya çalışıyor. Gerçek bir tabancası olan kişi her şeyi yapabilir, büyük bir adam gibidir o. Kadınlarla erkekleri ölümle tehdit ederek, onlara istediği her şeyi yaptırabilir.

Pin, şimdi tabancayı kavrayıp hep başkalarına doğrultarak yürüyeceğini, onu kimsenin elinden alamayacağını ve herkesin tabancadan korkacağını düşünüyor. Oysa, tabancayı hep dolaşık kemere sarılı halde kazağının altında tutuyor ve bir türlü ellemeye karar veremiyor, neredeyse aradığında silahın yerinde olmamasını, gövdesinin ısısı içinde buharlaşıp yok olmasını umuyor.

Tabancayı gözden geçireceği yer, saklambaç oynamak için gittikleri, eğik bir sokak lambasından cılız bir ışığın ulaştığı bir merdiven altı. Pin kemeri çözüp kılıfı açıyor ve bir kediyi ensesinden çekiyormuş gibi bir hareketle tabancayı çıkarıyor: Gerçekten de kocaman, ürkütücü bir silah; cesaret edip oynayabilse, savaş topuyla oynuyormuş gibi yapardı Pin. Ama tabancayı bir bombaymış gibi evirip çeviriyor: Emniyet mandalı, neresinde acaba emniyet mandalı?

Sonunda silahı eline almaya karar veriyor, ama kabzayı sıkı sıkı tutarak, parmaklarını tetiğe değdirmemeye özen gösteriyor; meğer böyle de silahı iyice kavrayabiliyor, istediği kişiye doğrultabiliyormuş insan. Pin, tabancayı önce oluk borusuna, tam sacın üzerine, sonra bir parmağa, kendi parmağına doğrultuyor ve başını geriye çekip, vahşi bir ifade takınarak yılan gibi tıslıyor: “Ya paranı, ya canını!” Sonra, eski bir ayakkabı bulup eski ayakkabıya, ayakkabının topuğuna, sonra içine nişan alıyor, sonra silahın namlusunu ayakkabının üzerindeki dikişlerin üzerinden geçiriyor. Çok eğlenceli bir şey: Bir ayakkabı, özellikle onun gibi bir kunduracı çırağı için öylesine bildik bir nesne ile bir tabanca, öylesine gizemli, neredeyse gerçekdışı bir nesne; bu ikisini buluşturarak hiç düşünülmemiş şeyler yapabilir insan, harika öyküler anlattırabilir onlara.

Ama belli bir noktada, Pin daha fazla dayanamayıp şeytana uyuyor ve tabancayı şakağına doğrultuyor: Baş döndürücü bir şey. Tenine değdirinceye ve demirin soğukluğunu hissedinceye kadar yaklaştırıyor silahı. Şimdi parmağını tetiğe koyabilir. Yo, en iyisi, namlunun ağzını canını acıtacak kadar şakağına bastırmak ve atışların doğduğu içi boş demir çemberini hissetmek Silahı birden şakağından çekince, belki de havanın emişiyle silah patlayıp bir el ateş edecek: Hayır, patlamıyor. Şimdi namluyu ağzına koyup diliyle tadını duyumsayabilir. Sonra, en korkuncu: Silahı gözüne yaklaştırıp içine, bir kuyu gibi dipsiz görünen karanlık namluya bakmak. Bir keresinde Pin, av tüfeğiyle bir gözünden kendini vuran bir çocuğu, hastaneye götürülürken görmüştü: Yüzünün yarısında büyük bir kan pıhtısı vardı, öteki yarısının tamamı barutun siyah noktacıklarıyla kaplıydı.

Artık Pin gerçek tabancayla oynadı, yeterince oynadı; silahı, ondan istemiş olan o adamlara verebilir, vermek için can atıyor. Tabanca elinden çıktıktan sonra, onu çalmamış gibi olacak ve Alman ona karşı öfkesinden kuduracak, o da Almanla gene alay edebilecek.

İçinden önce koşarak meyhaneye girmek ve oradaki adamlara: “Silah bende, silah bende!” demek geçiyor; herkes şaşıracak: “Yoo, olamaz!” diye bağıracaklar. Sonra, onlara: “Tahmin edin bakalım, size ne getirdim?” diye sormak ve sorusunu yanıtlamadan önce onları biraz bekletip sabırsızlandırmak, daha esprili olacakmış gibi geliyor ona. Ama hiç kuşku yok ki akıllarına hemen tabanca gelecektir, öyleyse derhal konuya girmek ve onlara olanları on farklı biçimde anlatmaya koyulmak, işlerin ters gittiği havasını yaratmak ve iyice kaygılanıp çaresiz düştükleri anda tabancayı tezgâhın üzerine koyup: “Bakın, ne buldum cebimde,” demek ve öylece durup suratlarının aldığı ifadeyi görmek daha iyi olacak.

Pin, parmaklarının ucuna basarak, sessizce giriyor meyhaneye; adamlar hep bir masanın çevresinde, sanki oraya kök salmış gibi görünen dirsekleriyle, gevezelik ediyorlar. Yalnızca şu meçhul kişi yok aralarında ve oturduğu iskemle boş. Pin arkalarında duruyor, ama adamlar Pin’i fark etmediler. Birden onu görüp irkilsinler, onu soru yağmuruna tutsunlar diye bekliyor. Ama kimse dönüp bakmıyor. Pin bir iskemleyi hareket ettiriyor. Giraffa, şöyle bir dönüp onu süzüyor; sonra alçak sesle konuşmaya devam ediyor.

“Yakışıklı baylar,” diyor Pin.

Ona bir bakış atıyorlar.

“Çirkin suratlı,” diyor ona Giraffa, dostça.

Kimse başka bir şey söylemiyor.

“Öyleyse,” diyor Pin.

“Öyleyse,” diyor Şoför Gian, “dök bakalım eteğindeki taşları.”

Pin’in sevinci kursağında kalıyor.

“Demek,” diyor Fransız, “moralin bozuk, öyle mi? Haydi, bize bir şarkı söyle, Pin.”

“Belli ki,” diye düşünüyor Pin, “umursamazı oynuyorlar,

ama aslında meraklarından çatlıyorlar.”

“Peki,” diyor Pin. Ama şarkıya başlamıyor, ağlamaktan korktuğu zamanlardaki gibi boğazı yapış yapış, kupkuru.

“Peki,” diye yineliyor Pin. “Hangi şarkıyı söylememi istersiniz?”

“Hangi şarkıyı?” diyor Miscel.

“Amma sıkıcı bir akşam,” diyor Giraffa, “eve gitsem de, bir güzel uyusam.”

Pin oyuna daha fazla katlanamıyor. “O adam nerede?” diye soruyor.

“Kim?”

“Daha önce şurada oturan adam.”

“Ha,” diyor ötekiler ve başlarını sallıyorlar. Sonra yeniden aralarında gevezelik etmeye koyuluyorlar.

“Ben,” diyor Fransız ötekilere, “o komitedekiler için kendimi çok fazla riske atmayı düşünmüyorum. Onlar görünüşü kurtarsınlar diye ortaya atılmak gelmiyor içimden.”

“Doğru,” diyor Şoför Gian. “Ne yapmıştık biz? ‘Bakarız’ demiştik. Bu arada, herhangi bir taahhüte girmeden onlarla bağlantımızın olması iyi olur, zaman kazanırız. Kaldı ki, cephede birlikte savaştığımızdan beri benim Almanlarla görülecek bir hesabım var ve savaşmam gerekiyorsa, seve seve savaşırım.”

“İyi de,” diyor Miscel, “Unutma ki, Almanlarla şaka olmaz ve işin nereye varacağını bilemezsin. Komite, bir Gap oluşturmamızı istiyor; pekâlâ, Gap’ı kendi hesabımıza kuralım.”

“Bu arada,” diyor Giraffa, “onlara yanlarında olduğumuzu gösterelim ve silahlanalım. Bir kez silahlandıktan sonra… ”

Pin silahlı; ceketinin altındaki tabancayı hissediyor ve elini üzerine koyuyor, sanki tabancayı ondan almak istiyorlarmış gibi.

“Silahınız var mı sizin?” diye soruyor.

“Sen orasını boşver,” diyor Giraffa. “Sen, Almanın tabancasını düşün, tamam mı?”

Pin kulaklarını dikiyor; şimdi söyleyecek: “Tahmin edin, bakalım,” diyecek.

“Tabancayı gördüğünde, bir an bile gözünü ondan ayırma… ”

İşler Pin’in istediği gibi gitmiyor, niçin şimdi bu kadar az önem veriyorlar tabancaya? Keşke henüz tabancayı almamış olsa, keşke geri gidip Almanın silahını eski yerine koysa.

“Bir tabanca için,” diyor Miscel, “riske girmeye değmez. Kaldı ki, eski bir model: Ağır, tutukluk yapıyor.”

“Bu arada,” diyor Giraffa, “komiteye bir şeyler yaptığımızı göstermemiz gerek, bu önemli.” Ve alçak sesle konuşmaya devam ediyorlar.

Pin artık hiçbir şey duymuyor; artık tabancayı onlara vermeyeceğinden emin, gözleri dolu dolu oluyor ve öfkesinden dişetleri zonkluyor. Büyükler, ne idüğü belirsiz ve hain bir takım, oyunlarda çocuklara özgü o korkunç ciddilik yok onlarda, gene de onların da oyunları, giderek ciddileşen oyunları var: Bir oyun içinde başka bir oyun, hangisinin gerçek oyun olduğunu asla anlayamıyor insan. Başta meçhul adamla Almana karşı oynuyor gibiydiler, şimdi tek başlarına meçhul adama karşı oynuyor gibiler, dediklerine asla güvenemez insan.

“İyi, haydi bir şarkı söyle bize, Pin,” diyorlar şimdi, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki onunla aralarında son derece ciddi bir anlaşma, gizemli bir sözcüğün -Gap- kutsallık kazandırdığı bir anlaşma yokmuş gibi.

“Peki,” diyor Pin, benzi atmış bir halde, dudakları titreyerek. Şarkı söyleyemeyeceğini biliyor. Ağlamak geliyor içinden, onun yerine kulakları sağır edecek bir sesle bağırıp ardından küfürleri sıralamaya başlıyor: “Piç kuruları, uyuz kancığın, pis malağın, iğrenç orospunun çocukları!”

Ötekiler neye kızdığını anlamak için öylece durup bakıyorlar, ama Pin çoktan meyhaneden kaçıp gitti.

Dışarıda, önce şu adamı, “komite” dedikleri kişiyi arayıp tabancayı ona vermek geçiyor içinden; her ne kadar daha önce, öyle sessiz ve ciddi duruşuyla Pin’de güvensizlik yaratmış olsa da, şimdi saygı duyduğu tek kişi o. Şimdi onu anlayabilecek, yaptığı hareketten ötürü ona hayranlık duyabilecek, belki de onu Almanlara karşı savaşmak için yanına alabilecek tek kişi o: Yalnızca ikisi, tabancalarını kuşanıp köşe başlarında pusuya yatacaklar. Ama kim bilir Komite nerededir şimdi; uluorta sormak imkânsız, kimse daha önce görmemişti onu.

Tabanca Pin’de kalıyor: Kimseye vermeyecek ve kimseye tabancasının olduğunu söylemeyecek Yalnızca korkunç bir gücünün olduğunu belli edecek ve herkes ona itaat edecek. Gerçek bir tabancası olan kişi, olağanüstü oyunlar, hiçbir çocuğun asla yapmadığı oyunlar oynayabilir, ama Pin oyun oynamasını bilmeyen, ne büyüklerin, ne çocukların oyunlarına katılabilen bir çocuk. Şimdi de, herkesten uzak bir yere gidip tabancasıyla tek başına oynayacak, başka kimsenin bilmediği ve başka kimsenin asla bilemeyeceği oyunlar oynayacak.

Hava karardı; Pin sırt sırta vermiş eski evleri arkasında bırakıp, bostanlarla çöp dolu bayırlar arasında uzanan küçük yollarda yürüyor. Karanlıkta, fidanlıkları çevreleyen demir çitler, Ay’ı andıran kül rengi toprak üzerine bir gölgeler ağı düşürüyor; şimdi kümeslerdeki tüneklerinde tavuklar sıralı bir halde uyuyorlar ve kurbağaların hepsi sudan dışarı çıkmış, kaynağından ağzına bütün nehir boyunca koro halindeler. Bir kurbağaya ateş etse, ne olur acaba? Belki de geriye, bir taşın üzerinde ezilmiş, sıvışık, yeşil bir şey kalır yalnızca.

Pin, nehrin çevresindeki dolambaçlı patikalarda, kimsenin ekim yapmadığı sarp bayırlarda dolaşıyor. Yalnızca onun bildiği ve öteki çocukların bilmek için can atacakları yollar var. Örümceklerin yuva yaptıkları bir yer var, yalnızca Pin biliyor; bütün vadide, belki de bütün bölgede bilen tek kişi o; Pin’in dışında başka hiçbir çocuğun yuva yapan örümceklerden haberi yok.

Belki bir gün Pin, kendisini anlayan ve anlayabileceği bir arkadaş, gerçek bir dost bulacak kendine, işte o zaman ona, bir tek ona örümceklerin yuva yaptığı yeri gösterecek. Nehre inen taşlı bir patika, bir yanı toprak, bir yanı otlarla kaplı. Orada, otların arasında, örümcekler yuvalar, kenarlarını kuru otla kapladıkları tüneller yapıyorlar; ama asıl olağanüstü şey, yuvaların gene kuru otla yapılmış küçük bir kapılarının olması: Açılıp kapanabilen küçük, yuvarlak bir kapı.

Birilerini iyice kızdırdığı ve gül gül derken yüreği kapkara bir hüzünle dolduğu zamanlarda, Pin nehir kıyısındaki yollarda yapayalnız dolaşıp örümceklerin yuva yaptıkları yeri arar. Uzun bir sopayla yuvanın dibine ulaşıp örümceği şişleyebilir insan, yaşlı sofu kadınların yaz giysilerindeki gibi küçük gri desenleri olan siyah küçük bir örümceği.

Pin kendini eğlendiriyor: Yuvaların kapılarını bozup şişlediği örümcekleri sopalara dizerek, ayrıca cırcırböceklerini yakalayıp atı andıran anlamsız yeşil yüzlerine yakından bakarak, sonra onları parçalayıp düz bir taşın üzerinde ayaklarıyla tuhaf mozaikler oluşturarak.

Pin, hayvanlara karşı acımasız; insanlar gibi tuhaf ve anlaşılmaz buluyor onları. Küçük bir hayvan olmak, çirkin bir şey olmalı: Yani, yeşil olmak, damla damla dışkılamak ve kendisi gibi kırmızı-siyah çillerle kaplı kocaman bir yüzü, cırcırböceklerini parçalayabilecek parmakları olan birisi çıkagelir diye hep korkmak.

Şimdi Pin örümcekyuvaları arasında yalnız ve çevresindeki gece, kurbağalar korosu gibi sonsuz. Yalnız, ama yanında tabancası var ve şimdi tabanca kılıfı takılı kemeri tıpkı Almanın yaptığı gibi kalçasına oturtuyor; ne var ki, Alman öyle şişman ki, Pin filmlerde gördüğümüz savaşçıların omuz kayışları gibi boynuna asabilir kemeri. Şimdi tabancayı bir kılıcı kınından çeker gibi gösterişli bir hareketle çekip çocukların korsancılık oynarken yaptıkları gibi: “İleri, yiğitlerim!” diyebilir. Ama o veletler bu tür şeyleri söylemekten ve yapmaktan ne zevk alırlar bilinmez. Pin, namlusunu doğrulttuğu tabancayla zeytin ağaçlarının gölgelerine nişan alıp otların üzerinde birkaç kez sıçradıktan sonra, şimdiden sıkıldı ve silahı ne yapacağını bilemiyor artık.

O sırada yeraltındaki örümcekler solucanları kemiriyor ya da erkek örümceklerle dişileri salyalarıyla iplikler örerek çiftleşiyorlar: İnsanlar gibi iğrenç yaratıklar onlar da ve Pin örümcekleri öldürme arzusuyla tabancanın namlusunu yuvanın ağzına sokuyor. Silah patlasa ne olurdu acaba? Evler uzakta; kimse patlama sesinin nereden geldiğini anlamazdı. Kaldı ki, Almanlar ve faşist kolluk güçleri, geceleri, sokağa çıkma yasağı sırasında dışarıda dolaşanların üzerine ateş ediyorlar.

Pin’in parmağı tetikte, tabancanın namlusunu bir örümcek yuvasına çevirmiş; tetiğe basma arzusuna karşı koymak zor, ama elbette tabancanın emniyeti açık değil ve Pin nasıl açılacağını bilmiyor.

Birden tabanca öyle beklenmedik biçimde ateş alıyor ki, Pin tetiğe bastığın bile fark etmiyor: Silah elinde geri tepiyor, her yanı toza toprağa bulanmış tabancanın ağzından duman tütüyor. Tünel şeklindeki yuva çöktü, küçük bir toprak parçası yuvanın üzerine kayıyor, çevresindeki otlar patlamanın etkisiyle alazlanmış.

Pin önce korkuya kapılıyor, sonra büyük bir sevinç kaplıyor içini: Her şey nasıl da güzel oldu ve barutun kokusu ne de hoş! Ama onu asıl korkutan şey, kurbağaların birden susması ve sanki o atış bütün toprağı öldürmüş gibi artık hiçbir şeyin duyulmaması. Sonra çok uzaktaki bir kurbağa ve daha yakındaki öteki kurbağalar, yeniden vıraklamaya başlıyorlar, sonunda hepsi toplu halde bir vıraklamadır tutturuyor, Pin’e daha güçlü, öncekinden çok daha güçlü bağırıyorlarmış gibi geliyor. Evlerden bir köpek havlıyor ve pencerenin tekinden bir kadın bağırmaya başlıyor. Pin artık ateş etmeyecek, çünkü bu sessizlik ve bu gürültüler onu korkutuyor. Ama bir başka gece buraya geri gelecek ve onu korkutacak hiçbir şey olmayacak, işte o zaman, o saatte kümeslerin çevresinde dolanan yarasalarla kedilere bile ateş edecek, tabancadaki mermiler boşalıncaya kadar.

Şimdi tabancayı saklayacağı bir yer bulması gerek: Bir zeytin ağacının kovuğu olabilir mesela. Ya da daha iyisi, tabancayı gömmek; daha da iyisi, örümcek yuvalarının bulunduğu otlarla kaplı kıyıda bir oyuk kazıp her şeyi toprak ve otlarla örtmek Pin, sık örümcek dehlizleriyle delik deşik bir noktasından toprağı tırnaklarıyla kazıyor, kemerinden çıkardığı tabancayı kılıfıyla birlikte kazdığı oyuğun içine koyuyor ve her şeyi toprak ve otlarla ve örümceklerin ağızlarıyla çiğneyip yuva çeperlerine bıraktıkları ot parçalarıyla örtüyor. Sonra üzerine yeri bir tek kendisinin tanıyabileceği şekilde taşlar yerleştirip, elindeki kemerle çalılıkları kırbaçlayarak uzaklaşıyor. Dönüşte, nehrin kıyısından yukarıya uzanan küçük su kanalları boyunca yürümesi gerekiyor; kanalların yanında, yürümek için dar bir çizgi halinde dizilmiş taşlar var.

Pin yolda yürürken, kemerin ucunu kanaldaki suyun içinden sürüklüyor ve giderek artıyormuş gibi görünen kurbağa vıraklamasını duymamak için ıslık çalıyor.

Sonra, bostanlar, çöpler ve evler beliriyor; oraya vardığında, konuşanların seslerini işitiyor Pin: İtalyanca değil bu sesler. Sokağa çıkma yasağı var, ama o gene de, çocuk olduğu ve devriyeler ona ses çıkarmadığı için geceleri sık sık dolaşıyor. Ama Pin bu kez korkuyor, çünkü Almanlar kimin ateş ettiğini öğrenmek için orada olabilirler. Ona doğru geliyorlar, Pin kaçmak istiyor, ama onlar çoktan Pin’e bağırarak bir şeyler söylüyor, yanında bitiveriyorlar. Pin, bir kırbaç gibi tuttuğu kemerle savunma konumuna geçiyor. Ama Almanlar zaten kemere bakıyor, onu istiyorlar ve birden Pin’i ensesinden tutup götürüyorlar. Pin bir sürü şey söylüyor: Yalvarmalar, yakınmalar, hakaretler… Ama Almanlar hiçbir şey anlamıyorlar; zabıtalardan daha kötü, çok daha kötüler.

Sokakta silahlı Alman ve faşist devriyeleri, ele geçirilip tutuklanmış kişiler -bu arada Fransız Miscel- bile var. Pin, sokaktaki yokuşu çıkarken, aralarından geçmek zorunda kalıyor. Karartma nedeniyle her yer karanlık; ışıklı tek nokta, basamakların tepesinde bir sokak lambasının aydınlattığı yer.

Pin, sokak lambasının ışığında, sokağın dibinde, bir parmağım ona doğrultmuş ablak yüzlü, öfkeden kudurmuş denizciyi görüyor.


Italo Calvino, Örümceklerin Yuvalandığı Patika


Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to ezazil

13 Comments

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.