SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ

Btpj...ZTFS
10 Jan 2024
40

SİYASET BİLİMİNE GİRİŞ


Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1. Siyaset ne ile ilgilidir?
2. Siyasetin sınırları nedir?
3. Siyasetin işlevi nedir?


Giriş

Siyaset gündelik hayatın kullanım dilinde daha çok olumsuzlanan bir faaliyettir. “Çok siyasetçisin” lafı kurnazlığa, “burası siyaset yapmanın yeri değil” lafı siyasetin düşük düzeyde bir çıkar alış-verişi olduğuna işaret etmek için kullanılır. Hâlbuki siyaset üzerine geniş kapsamlı düşünen kadim Yunan medeniyetinin en önemli isimlerinden biri olan Aristoteles açısından siyaset en üstün bilim dalıdır, zira Aristoteles’e göre siyaset insanların kendi hayatlarını iyileştirmek, iyi toplumu yaratmak amacıyla gerçekleştirdikleri bir faaliyettir. Peki, modern toplumlarda siyaset neden önemlidir? Siyasetle ilgilenmek ne açıdan faydalıdır? Bunun en basit yanıtı, siyasal sistem içerisindeki etkin aktörlerin hepimizin hayatını ilgilendiren çok önemli kararları alıyor oluşlarıdır. Savaşa girmek, vergi koymak, sağlık ve eğitim politikalarını belirlemek, bir ülkenin bütçesini yapmak vesaire. Bunların hepsi siyasal süreçler sonucunda alınan kararlardır. Bunun yanı sıra siyasetle ilgilenilmeyen bir ülkede güç ve iktidarı ellerinde tutanların bu potansiyeli kötüye kullanma imkânları daha fazla olacaktır. Tabii bunlara Aristoteles’in yukarıdaki uyarısını da hâlâ ekleyebiliriz: Siyaset, bireyi genele ve kamuya bağlayan, onu toplumsallaştıran en güçlü bağlardan biri olmaya devam etmektedir. Klasik Yunan medeniyetin topluluk ve yönetim birimleri olarak anlayabileceğimiz “şehir devletlerine” verilen polis ismi, Arapça karşılığı siyaset olan politika kavramının da kökenini oluşturmaktadır. Polisin bir bileşeni, yani bugünkü anlamıyla yurttaş olmak, bireyin dar çıkarların kaba zincirlerinden kurtularak, genel çıkara yönelik erdemli, kamusal bir varlık olması anlamına gelmektedir. İlginçtir ki bugün için siyasete atfedilen “dar çıkarcılık”, kadim Yunan’da siyaset-dışı olana atfedilmiştir. Fakat öte yandan da siyasetin çıkar yarışını içerdiğini öngörmek için de yeterince deneyime sahibiz. Bu durumda siyaset hem bir çıkar yarışı hem de bireyin dar çıkarlardan kurtulması ve erdemli, kamusal bir vatandaşa dönüşmesi anlamına mı gelmektedir? Çıkar ve erdem..! Bu bir çelişki mi?
Öncelikle siyasetin ortaya çıkmasına zemin teşkil eden bazı temel özelliklere değinmekte fayda olacaktır. Yukarıda polisi tanımlarken kullandığımız “topluluk” ve “yönetim” kavramlarının birlikteliğine dikkat çekmek isteriz. Zira siyaset bu iki düzey arasındaki sıkı ilişki üzerinden şekillenir. Siyaset temelde, yine Aristoteles’in tabiri ile “siyasal bir hayvan” olan insanların oluşturdukları toplulukların kendi içerisinde ve birbirleri arasındaki ilişkilerin dinamikleri ile ilişkilidir. Bu nedenle, ilk olarak anlaşılması gereken husus, siyasetin insanların toplumsal olmaları ile ilgili bir faaliyet olduğudur. Bunu en basit hâliyle Robinson Crusoe’nun hikâyesinde görebiliriz. Hatırlanacağı üzere Crusoe yalnız başına ıssız bir adaya düştüğünde, kendi bireysel hayatını devam ettirmek için barınak oluşturmak ve avlanmak gibi bir dizi temel faaliyetini gerçekleştirmeye çalışır. Bu faaliyetlerin siyasal bir anlamı yoktur, en basitinden yaşamsal faaliyetlerin örgütlenmesidir. Siyaset, adada Cuma’nın belirmesi ile ortaya çıkar: Cuma’nın belirmesiyle Crusoe kendisini, kendi bireysel yaşam faaliyetlerini örgütlemekten sıyırır, Cuma ile arasında eşitsiz bir işbölümü ve buna bağlı olarak da Cuma üzerinde belirli bir otorite ilişkisi tesis eder. Başka bir deyişle, Crusoe ve Cuma arasında bir hiyerarşi belirir ve Crusoe bu hiyerarşiye bağlı olarak Cuma’nın iradesi üzerinde belirli bir hüküm uygular. Karşılığında ise Cuma belirli belirsiz bazı direniş pratikleri sergilemeye başlar. Bu raddeden sonra, yani Crusoe ve Cuma bir topluluk oluşturduktan, bu topluluk içerisinde eşitsiz ve hiyerarşik bir yapı inşa ettikten sonra, topluluk içerisinde bazı uzlaşmazlıklar ve çatışmalar çıktıktan ve bunların belirli şekillerde düzenlenmesine yönelik olarak bazı kural veya normlar ortaya konduktan sonra siyasal bir topluluktan bahsetmemiz olanaklı hâle gelmektedir. Demek ki siyasetin ilk zemini bireyi aşan ve onu topluluk içerisinde yeniden konumlandıran toplumsal ilişiklerin varlığıdır. “Siyasal hayvanın” kökeninde toplumsallık vardır. Aristoteles’in siyaseti, insanların kendi hayatlarını iyileştirmek ve iyi bir toplum yaratmak için giriştikleri faaliyet olarak tanımladığından bahsetmiştik. Fakat kabul etmek gerekir ki insanların doğal bir uyum içerisinde olduklarını söylemek zordur: Ekonomik, ideolojik veya inançsal duruşları çerçevesinde “iyi toplumun” ne olduğu, nasıl işlemesi gerektiği, kolektif kararların nasıl alınması gerektiği, kimin neyi ne kadar alacağı, tüm bunları düzenleyecek yönetim organlarının nasıl oluşturulacağı, bu organların iktidarı nasıl kullanacakları konusunda bir uzlaşma içerisinde değildirler. Ve olmalarını da beklememek gerekir. Bu nedenle diyebiliriz ki siyasetin ortaya çıkmasını sağlayan birincil unsur insanın topluluk içerisinde yaşayan bir varlık olmasıysa, ikincisi de insan topluluklarının çeşitli farklılıklar çerçevesinde bölünmüş olmalarıdır. Siyasetin amacı, güncel siyasal dilde çokça belirtildiği gibi, “birlik ve bütünlüğü” tesis etmek olamaz, zira böyle olduğu takdirde siyaset insanlar arasındaki farklılıkların bastırılması, hiç yoklarmış gibi davranılması anlamına gelecektir. Oysa farklılık insan topluluklarının belirleyici doğasıdır. Bu anlamda “topluluk” kavramını “çatışmasız olarak bir arada yaşayan, yaşaması gereken insan grupları” olarak anlamamak gerekir. Zira siyaseti belirleyen unsur, tam da topluluğun kendi içerisindeki farklılıklar ve bu farklılıklara binaen ortaya çıkan çıkar ayrışmaları ve çatışmalardır. Topluluk içerisindeki ve topluluklar arasındaki uzlaşmalar, uzlaşmazlıklar, mücadeleler, sınır çekmeler ve ittifaklar siyasetin bir nevi varlık sebebidir. Bu anlamda, bir topluluk içerisindeki statü, grup, sınıf, kimlik gibi çok farklı toplumsal dinamikleri arasındaki uzlaşma ve çatışma dinamikler siyasal niteliktedir. Siyaset, tam da bu uzlaşma ve çatışma ilişkilerinin çeşitlilik gösterebilecek örgütsel biçimler almasına ve belirli kurallara bağlanması amacıyla yönetim ilişkileri üzerinden düzenlenmesine işaret eder. Demek ki aslında hem bu farklılıkların kendi aralarında örgütsel ilişkilere girmelerini hem de bu ilişkiler neticesinde ortaya çıkan iktidar ilişkilerinin –en yüksek formu devlet olmak üzere- çeşitli şekillerde kurumsallaşmalarını siyasal süreçler olarak anlamak gerekir.

Diyebiliriz ki siyaseti belirleyen iki unsur;

 İnsan toplulukları arasında çeşitli nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan farklılıklar ve

 İnsanların bu farklılıkların bazı durumlarda üzerinden gelmek, bazı durumlarda da bu farklılıklar üzerinde hâkim ve etkin olmak amacıyla birlikte eyleme ve işbirliği yapma yönelimine girmeleridir.
Bu anlamda siyaset aslında bitimsiz bir süreçtir, zira insan toplumlarının en karakteristik iki özelliği üzerine kuruludur: İnsanlar hep farklılık içerisinde olacaklardır ve bu farklılıklar üzerinden her daim uzlaşma ve çatışma pratiklerinin içerisinde olacaklardır. Bu anlamda siyaset insanlık durumunun zorunlu bir unsurudur. Zira siyaset doğal olarak farklılıklar içeren insan topluluklarının bir aradalıklarını sürdürebilme faaliyetidir ve aslında bir süreci ifade eder. İnsanların grup, statü, sınıf, kimlik gibi meseleler üzerinden birbirlerinden ayrışmaları, bu ayrışmaları ifade eden düşünce sistemleri oluşturmaları, bu ayrışmaların uzlaşmasına veyahut birbirleri ile mücadele içerisinde olmalarına yönelik olarak çeşitli öğreti ve örgütlenmelerin yaratmaları, bu uzlaşma ve mücadele süreçleri sonucunda yönetim ve iktidar odaklarını etkilemeleri veya ele geçirmeleri temel olarak siyasal nitelikte süreçlerdir. “İyi toplumu” oluşturmaya yönelik olarak ortaya konan girişimlerin hepsi siyasal niteliktedir.

Dolayısıyla buradan az önce sorduğumuz soruya geri dönebiliriz: Siyasetin hem “iyi toplumu” aramaya yönelik erdemli bir faaliyet olarak hem de çıkar odaklı tanımlanması bir çelişki midir? Hayır, değildir. Fakat elbette çıkardan kasıt, dar anlamda bireysel, maddi çıkar olmadığı müddetçe değildir. En genel şekilde sınıflandırmak gerekirse çıkarları maddi ve maddi olmayan çıkarlar olarak ayırabiliriz. Maddi çıkardan kasıt, insan hayatının yeniden üretimine yönelik kullanılan tüm maddi kaynaklardır. Doğal kaynaklardan barınma imkânlarına, finansal birikimden ülkelerin silah güçlerine kadar bir dizi ekonomik, doğal, beşeri ve teknolojik maddi imkânları bu çerçevede düşünebiliriz. Maddi olmayan çıkar ve ilgilere örnek olaraksa bireylerin ve toplulukların değer, inanç ve düşüncelerini gösterebiliriz. Aslına bakılırsa, İngilizcede çıkar kelimesini karşılayan “interest” kelimesi, temel olarak “ilgi” anlamına gelmektedir. Bir öznenin ilgisi kendi öznelliği ile sıkı sıkıya bağlantılıdır, o öznenin kendi içsel yöneliminin dışa vurumunu ifade eder. Siyasal çerçevede kullanıldığında çıkar kavramından da aynı şeyi anlamak gerekir. Çıkar, asıl olarak, çeşitli farklılıkların kendilerini var kılmak, varlıklarını devam ettirmek ve geliştirmek için maddi ve maddi olmayan kaynaklara yönelik ortaya koydukları yönelimlerdir. Bu şekil anlaşıldığında çıkar, gündelik kullanımındaki olumsuz anlamından sıyrılmış olur. Bunun yanı sıra siyaset, belirli bir toplumsal grubun ilgi ve çıkarlarından hareket etse de, orada kalmaz. Bu çıkarlara bağlı olarak toplumsal bir aradalığın nasıl devam etmesi gerektiğine dair çeşitli vizyonlar ortaya konduğu andan itibaren siyasetten bahsetmek mümkün hâle gelir. Başka bir deyişle siyaset, özgün olanı genel olana, kısımsal olanı bütüne, bireysel, grupsal, sınıfsal vs. olanı kamusala bağlayan süreçlere işaret eder. Dolayısıyla toplumsal çıkar ve “iyi topluma” yönelik erdemli bir arayış olarak siyaset arasında bir zıtlıktan değil, düz-mekanik olmayan, dolayımlı bir ilişkiden bahsetmek gerekir. Bu dolayımlı ilişkinin gerçekleştiği düşünsel, örgütsel ve eylemsel her türlü faaliyet siyasal niteliğini kazanır. Dolayısıyla siyaset, maddi ve maddi olmayan ilgi ve çıkarlarla ilgili olarak toplumsal düzeyde sürdürülen uzlaşma ve çatışma pratikleri ve bu pratiklerin düzenlenmesi ile ilgili faaliyet ve örgütlenmelerin tümüdür.

1.1. Farklı Yaklaşımlar

Siyasetin ne olduğuna dair daha ayrıntılı bir haritalandırma için Heywood’un ortaya attığı dörtlü sınıflandırma gayet kullanışlıdır. Siyaseti, “insanların altında yaşadıkları genel kuralları yapmak, korumak veya iyileştirmek amacıyla gerçekleştirdikleri faaliyetler” olarak tanımlayan Heywood, siyasetin ne olduğuna dair temel olarak dört farklı yaklaşımdan bahseder:

1.1.1. Hükûmet Etme Sanatı Olarak Siyaset

Siyasetle ilgili belki de en eski ve en yaygın yaklaşım, Bismarck’ın söylediği rivayet edilen şu sözde dile getirilmektedir: “Siyaset bir bilim değil, bir sanattır.” Alman Şansölyesi’nin aklında bu sanat “yukarıdakilerin”, “aşağıdakileri” yönetmek için giriştikleri eylemleri içermektedir. Bu yaklaşımı, Hükümdar adlı eserinde siyasi liderlerin kurnazlığı, zalimliği ve manipülasyonu gibi unsurları ön plana çıkararak realist bir siyaset anlayışı geliştirme konusunda köşe başı sayılan Machiavelli’ye kadar götürmek mümkündür. Bu, siyaseti temel olarak devlet ve otoritenin kullanımı ile bir kabul eden bir yaklaşımdır. Buna göre siyaset, devlet iktidarını ve otoriteyi elinde tutanların toplumdan gelen taleplere çeşitli şekillerde cevap verme, bu talepleri yönetme sanatıdır. David Easton’ın klasik ifadesi bu yaklaşımın en kısa özeti gibidir: “Siyaset, toplumdaki değerlerin otorite aracılığıyla paylaştırılmasıdır.” Easton bu sözüyle, siyaseti devletin toplumdan gelen baskı ve taleplere yanıt olarak çıkar, ödül ve cezalar dağıtması olarak ortaya koymaktadır. Böylelikle siyasetin temel özelliği, toplum içerisindeki uzlaşma, işbirliği ve çatışma pratikleri bir girdi olarak ele almasıdır. Siyaset, bu girdilere makul ve etkin cevapların, yani çıktıların oluşturulması sürecidir. Dolayısıyla siyaset devletin yönetsel kademelerinde veya bunlarla ilgili kurumlar arasında geçen bir faaliyete indirgenir. Bu anlamda siyaset salt devletin ve otoritenin kullanımı ve bu kullanımı gerçekleştiren aktörlerin (partiler, devlet adamları vs.) karşılıklı ilişkileri ile ilgili bir süreçtir.
Bunun çok dar bir siyaset tanımlaması olduğu söylenebilir. Özellikle modern toplumlarda siyasetin, salt devlet otoritesin kullananlarla sınırlanamayacak çokça yönü olduğunu hatırlamak gerekir. Bu anlayış uyarınca iş çevreleri, kitle örgütleri, eğitim kurumları, aile gibi toplumsal hayatı oluşturan birçok odak siyasetin dışında tutulmaktadır ki –birazdan ele alınacağı üzere- siyasete dair güncel yaklaşımlar tam da bu dinamiklerin siyasal karakterlerine dikkat çekme eğilimindedirler. Üstelik ulus-devletlerin otoritelerinin giderek sorgulandığı, küresel şirketler gibi kurumların ciddi iktidar sahibi kuruluşlar olarak dünya sahnesine çıktığı bir dünyada, siyaseti sadece devlet otoritesini kullanan özne ve kurumlar üzerinden açıklamak son derece yetersiz bir yaklaşım hâline gelmiştir.
Üstelik bu yaklaşımın siyaseti olumsuzlayan ve giderek popülerleşen anti-siyaset yaklaşımı ile de belirli bir ilişkisi olduğunun altını çizmek lazım. Siyasetçileri kendi kişisel çıkar ve ihtiraslarının peşinde koşan ikiyüzlüler olarak ele almaya yatkın bu güncel popüler yaklaşım da siyaseti, devlet adamlarının, çıkar partilerinin arasında geçen bir kayıkçı kavgası olarak anlamaktadır. İngiliz siyasetçisi ve tarihçisi Lord Acton’un “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” sözüyle anılagelen siyasete dair bu olumsuz yaklaşım, siyasetin gözden düşmesi noktasında önemli bir rol oynamıştır.

1.1.2. Kamusal İşler Olarak Siyaset

Bu yaklaşım siyasetin insanlar arasındaki en önemli faaliyet biçimi olduğu kabulüne dayanır. Buna göre siyaset, özgür ve eşit bireyler arasında, iyi toplumu oluşturmaya yönelik karşılıklı etkileşimleri içeren ve özünde kamusal erdeme dayanan bir faaliyettir. Özünde insanın toplumsal bir varlık olmasına dayanır ve bireyin erdemli bir yurttaş hâline gelmesi sürecinin en üst düzeydeki faaliyetidir. Siyaset, insanın kendi bireysel sınırları dışına taşıp, kamusala dair söz, fikir ve eylem üretmesidir. Aristoteles, Rousseau ve daha güncel olarak da Hannah Arendt gibi siyaset düşünürleri tarafından dile getirilen bu yaklaşım, yukarıda ele alınan hükûmet etme merkezli yaklaşıma, siyaseti devlet eylemine indirgediği için muhalefet eder. Buna karşılık siyaset, iyi toplum ancak siyasi bir toplum olarak var olabilir ve siyaset de insanların bu amaca yönelik olarak gerçekleştirdikleri kamusal eylemlerin bütünüdür. İnsanlar arası ilişkiler “iyi toplum” vizyonu çerçevesinde yürütüldüğünde ve örgütlendiğinde siyasal bir düzeye çıkılmış olur. Bu düzeye erişmek için illa da devlet ve hükûmet düzeyine ulaşmak şart değildir. Kamusal olanı düzenlemeye yönelik her eylem siyasal niteliktedir.
Bu yaklaşımla ilgili tartışma kamusal olanla özel olanın sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği ile ilgilidir. Topluluk hayatını kolektif olarak örgütleyen devlet kurumları kamusal alanın içindedir, fakat kamusal alan bununla sınırlı değildir. Herkese, kamuya açık, aleni faaliyete dayanan ve şahsi işlerin ötesinde meselelerin tartışıldığı, örgütlendiği ve bu doğrultuda faaliyet gösterilen her alan da kamusal alana dâhildir ve bu anlamda siyasal nitelik taşır. Dernekler, kulüpler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar vesaire bir bütün olarak kamusal alanı oluştururlar ve bu nedenle de siyasal olanın sınırları içerisine girerler. Şahsi olmayan her şey siyasal olabilir. Buna göre sivil toplum kavramı altında ifade edilen insan ilişkileri alanları da niteliklerine göre kamusal ve siyasal nitelik kazanabilirler. Örneğin, Türkiye’de son dönelerde gündeme gelen bir mevzu üzerinden örnek vermek gerekirse, futbol taraftarlığı, her ne kadar özel bir zevk olarak algılansa da, gayet siyasal bir karaktere bürünebilir.
Bu yaklaşımın, her ne kadar siyasal olanın alanını genişlettiyse de yine de ortaya dar bir tanım sunduğu iddia edilmiştir. Bu iddiayı en güçlü şekilde ortaya atanlar hiç şüphesiz ki feministler olmuştur. Feministlere göre siyaset, devlet-toplum, kamusal-özel arasında çizilen sınırlara göre tarif edilemez, zira şahsi, özel olan da siyasal karakterdedir. Feministler, siyaseti devlet veya kamu düzeyine yerleştiren, diğer her şeyi de özel statüsü altına sokan yaklaşımların hepsine, aile, kadın-erkek ilişkileri gibi özel alanda oldukları varsayılan ilişkilerin taşıdıkları iktidar boyutunu görmezden geldikleri, bunları görünmez kıldıkları için muhalefet eder. Buna göre hem aile hem kadın erkek ilişkileri hem de toplumsal hayatın daha geniş çeperleri erkek egemen bir bakış açısıyla kurulmuştur ve bu kurulum içerisinde kadınlar ikincil ve tâbi kılınmışlardır. Devlet ve hükûmet alanına girmiyor diye bu türden tabiiyet ve iktidar ilişkilerini görmezden gelmek ve bunları siyaset dışı, özel alana özgü sorunlar olarak görmek yanlıştır. Özel ve toplumsal olan da güç ve iktidar ilişkileri ile kurulmuştur ve bu nedenle de siyasetin, yani bu güç ve iktidar ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını öneren iyi bir toplum vizyonuna yönelik eylem ve örgütlenmelerin konusudurlar.

1.1.3. Uzlaşma ve Mutabakat Olarak Siyaset

Bu yaklaşım siyasetin devlet alanında mı yoksa kamusal alanda mı sürdüğünden ziyade, siyaseti, amacı ve yöntemleri çerçevesinde tanımlamaya çalışır. Buna göre toplum farklılıklara dayalı ve kaçınılmaz olarak çatışmalar barındıran bir yapı olduğunu kabul edilir ve siyaset de bu çatışmaların barışçıl, uzlaşmacı ve mutabakata dayalı olarak çözüme kavuşturması beklenen eylem, örgüt ve fikirlerin bütünü olarak görülür. Bu yaklaşımın temsilcilerinden Bernard Crick’e göre siyaset, “düzen probleminin şiddet ve zorlama yerine uzlaşmayla çözümü”dür. Bu bakış açısı uyarınca önerilen, iktidar kullanımını yaygınlaştırmak, çıkar gruplarını ve sosyal grupları zora dayalı olarak ekarte etmektense, bunlar arasındaki uzlaşmazlıkların çözümüne yönelik süreçlere bu grupları da katmaktır. Siyasette “kesin sonuç almak” diye bir şey yoktur. Aslolan müzakere sonucunda mutabakat aramak ve “makul olarak alabileceğini almaktır.”

1.1.4. İktidar Olarak Siyaset

Bu yaklaşım siyaseti iktidar ilişkilerinin geçtiği her yerde görür. Buna göre siyaset devlet, hükûmet kamu alanı veya özel alanla tarif edilebilecek, bu alanlara sıkıştırılabilecek bir faaliyet olarak tanımlanmaz, bunun yerine siyaseti ortaya çıkaran iktidar ilişkilerinin varlığına vurgu yapılır. Bu minvalde, Adrian Leftwich’in belirttiği gibi, siyaset “formel ve enformel, kamu özel bütün kolektif faaliyetlerin ve bütün beşeri grupların, kurumların ve toplumların tam merkezindedir.” Çünkü iktidar tüm insani ilişkiler düzeyinde ortaya çıkabilen bir ilişki biçimidir. Siyaset kaynakların kıt oluşu ile ilgilidir ve bu kaynakların paylaşılmasına yönelik eşitsiz güç ve tabiiyet ilişkilerini konu alır. İktidar kıt kaynaklara yönelik bu mücadelede kullanılan araçların bütünüdür. Bu nedenle siyaset, yine Leftwich’in belirttiği gibi, “insanların biyolojik ve toplumsal hayatlarını üretmeye ve yeniden üretmeye yönelik insani, doğal ve diğer türden kaynakların organize edilmesi, kullanılması, üretilmesi ve dağıtılması ile ilgili toplumlar içerisindeki ve arasındaki her türden işbirliği ve çatışma eylemlerini içerir.” Bu yaklaşımın temel özelliği iktidarı her yerde görmesidir. Küçük arkadaş gruplarından uluslararası sisteme kadar her düzeyde iktidarı elinde tutmaya, kaynakları kendi lehine düzenlemeye yönelik süreçler ilerler.
Daha farklı olsa da, siyaseti taraflar arasındaki eşitsiz güç ve tabiiyet ilişkilerinin belirleyiciliği noktasından okuyan diğer iki akım da feminizm ve Marksizm’dir. İlki kadınerkek arasındaki, diğeri de toplumsal sınıflar arasındaki eşitsiz güç ve tabiiyet ilişkilerini siyasetin merkezine yerleştirir ve böylelikle siyaseti bu toplumsal bölünmelere endeksler. Buna göre örneğin sermaye sahiplerinin işçi sınıfını kontrol altında tutmak üzere teknik üretim süreçlerinin örgütlenmesinden kapitalist devletin organize edilmesine kadar toplumsal ve özel mahiyetteki her alanda giriştikleri her türlü iktidar uygulaması siyasetin konusudur. Zira hem teknik üretim süreçlerinin örgütlenmesi hem de devlet ve hükûmet seviyesindeki uygulamalar sermaye ve emek arasındaki temel eşitsiz güç ve tabiiyet ilişkisini devam ettirmek ve güçlendirmek amacını güderler. Dolaysıyla siyaset ve iktidar her yerde ve her düzeydedir.

1.2. Çıkarımlar: Siyasetin Sınırları ve İşlevi

Tüm bu yaklaşımlardan siyasetin tanımlanması ile ilgili olarak ortaya çıkan sorunsal alanlarını şu şekilde özetleyebiliriz:
Siyaset sadece devlet, hükûmet ve yönetim düzeyindeki veya bu düzeye yönelik olarak örgütlenen faaliyet ve örgütlenmelerle ilgili bir kavram mıdır yoksa bireyin bir “toplumsal iyi” arayışı içerisinde diğer bireylerle etkileşime girmesi ve kamusallaşması süreci de siyasete dâhil midir? Hatta “özel olan politiktir” anlayışı içerisinde cinsiyete dayalı, kültürel ve bunlar gibi varoluş veya seçimlere dayalı birliktelikler de siyasal alanın içerisinde mi değerlendirilmelidir? Örneğin aile politik bir kategori midir?
Siyasetin işlevi farklı düzeylerdeki toplumsal grupların aralarındaki çıkar ve ilgi farklılıkları arasında uzlaşma ve mutabakatı yaratıcı eylem ve örgütlenmeleri mi ortaya koymaktır yoksa bu farklılıkları veri ve uzlaşmaz kabul ederek iktidar mücadelesini merkeze alan eylem ve örgütlenmeleri mi pratiğe geçirmektir?
İlkiyle ilgili olarak şunlar söylenebilir: Siyaseti salt devlet, hükûmet ve yönetim düzeyi ile veya bu düzeye yönelik eylemlerle sınırlamak doğru olmayacaktır. Siyasete dair güncel yaklaşımların çoğunluğu toplumsal, kamusal ve özel alan içerisindeki siyasal dinamikleri merkeze koyma eğilimindedir. Daha önce de bahsedildiği üzere, kadın-erkek ilişkilerinin, kültürel kimlik meselelerinin, sivil toplum örgütlerinin siyasetin dışında olduğunu söylemek gerçeği pek yansıtmayacaktır. Zira, örneğin, kadın-erkek ilişkilerinin oluşumu sadece “aile içerisinde”, özel alan dâhilinde gerçekleşmemektedir. Erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyeti toplumsal alan içerisinde kurulmakta, bu ilişkiler devlet ve yönetim düzeyin çeşitli kanun ve düzenlemelerle tahkim edilmekte ve akabinde de tekrardan ailenin güncel işleyişine zerk edilmektedir. Yani aile dediğimiz “özel” kurum toplumdaki ve devlet düzeyindeki anlayış ve uygulamalardan bağımsız olarak işlememektedir. Bu “özel alan” bu türden çok katmanlı iktidar ve tabiiyet ilişkilerine bağlı olarak şekilleniyorsa, bu alanı siyasetin dışında kabul etmek mümkün müdür? Veya insanların kültürel ve inançsal duruşları sadece özel ve toplumsal alana bağlı olarak mı şekillenmektedir? Örneğin milli veya etnik kimliğe yönelik tutumlarda devletin eğitim kurumlarının rolü hiç yok mudur? Devlet çok çeşitli düzeylerde aldığı kararlarla bu alanı şekillendirmemekte midir? Veya toplumsal alanda milli veya etnik kimlik sorunlarıyla ilgili olarak hâkim tutum ve görüşlerin devlet politikalarının oluşmasında etkin olmadığı söylenebilir mi?
Aslına bakılırsa sorun, siyaset bilimine dair ortaya konan kimi yaklaşımların devletözel, kamusal-özel ayrımını mutlaklaştırmalarıdır. Hâlbuki yukarıdaki örnekler üzerinden düşündüğümüzde özel nerede başlamakta bitmekte olduğu, devlet ve kamusal dediğimiz alanlara dair katı sınırların nasıl çizileceği meselesi bulanıklaşmaktadır. Devlet-toplum-kamuözel olarak kategorize edilen alanlar aslında birbirleriyle etkileşim içerisinde birbirlerini şekillendirmektedirler. Hal böyleyken “siyaset devlette başlar, özelde biter” gibi bir tutumun kabul edilmesi pek gerçekçi görünmemektedir. Bu saydığımız düzeylerin her birinde uzlaşma, çatışma dinamikleri çerçevesinde çeşitli iktidar ve tabiiyet ilişkileri söz konusu olduğu gibi, bunlara bağlı olarak çeşitli muhalefet ve direniş pratikleri de söz konusudur. Bu karşılıklı ve karmaşık iktidar ve muhalefet ilişkilerinin bir sonucu olarak özel alan, toplumsal ilişkiler ve devlet-yönetim düzeyi şekil almaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, bu alanlar içerisindeki ve arasındaki ilişkiler katı ve net sınırlar koymaya hiç de elverişli değildir. Fakat sınırların bu bulanıklığı da şu soruyu ortada bırakmaktadır: Özel veya kamusal gibi düzey ayırımlarını dikkate almayacaksak, bir insani eylemin ve örgütlenmenin siyasal nitelikte olduğuna nasıl karar vereceğiz. Siyasal eylemi ayırt eden unsur nedir? Siyasal eylem en temelde kamusal olanı hedef alır. Biraz önce yaptığımız tartışma ile bu belirleme arasında bir çelişki yok mu? Aslına bakılırsa yok. Zira devlet-toplum-kamu-özel alanlar arasındaki sınırların geçişkenliğini ön plana çıkaran yaklaşımların esas derdi tam da “özel” gibi görünenin aslında çoğunlukla kamusal içerikli olduğudur. Erkeğin kadına şiddet uygulamasının iki kişi veya aile arasında özel bir problem olmadığı, toplumsal olarak kurulan cinsiyet rol modellerinden kaynaklandığı ve devletin uygulamaları ile tahkim edildiğidir. Bu örnek üzerinden gitmek gerekirse, X ve Y isimli eşlerin arasında geçen bir şiddet uygulamasını ele almak, bunu çözmeye çalışmak siyasal bir eylem olmayacaktır. Fakat X ve Y arasında geçen bu olayı, toplumsal ve kamusal otorite örüntüleri ile ilişkisini kurmaya, ilişkiyi bu genel, kamusal içerik üzerinden sorgulamaya, bu sorgulama sonucunda da belirli bir eylemsel ve örgütsel yönelimi hayata geçirmeye başladığımız andan itibaren siyaset alanına girmiş oluruz. Zira zahiri olarak “özel alana” yerleştirilmiş olanı “toplumsal ve kamusal alana” taşımış oluruz. Bu meseleyi derece derece anlamak da mümkündür. Örneğin bir iş sahibinin bir işçinin hakkını yemesi dolayısıyla ortaya çıkan bir sorunu “yazıktır, günahtır” şeklinde ele aldığınızda meseleyi siyasal değil, ahlaksal bir çerçevede ele almış olursunuz. Bunun yerine o işçiyi belirli bir sendikaya üye yapmaya çalıştığınızda mesele artık ahlaksal bir çerçevede değildir. İki toplumsal sınıf arasındaki ekonomik ilişkinin düzenlenmesi sorununa dönüşür. Buradan daha ileri gider ve o işçi, devletin işçi haklarını koruyan bir şekilde yeniden örgütlenmesi gerektiğini savunan bir partiye üye olduğunda, mesele artık sadece iki sınıf arasındaki ekonomik ilişki olmaktan çıkar. Tüm toplumu enlemesine kesecek kamusal mekanizmaların işçi haklarını gözetecek bir yerden yeniden düzenlenmesini, devletin buna uygun olarak yeniden örgütlenmesi gerektiğini öngören siyasal bir düzeye ulaşır. Daha iyi anlaşılması açısından aynı örnek üzerinden gidecek olursak, aynı işçi bu sefer, toplumun doğası gereği eşitsiz olduğunu, devletin temel görevinin de bu eşitsizlikleri makul bir ölçüde tutmak gerektiği olduğunu vaz eden bir partiye üye olduğunda süreç yine siyasal bir düzeye evrilmiş olur. Burada mesele işçinin üye olduğu partinin ne dediği, neyi savunduğu değil, işçinin özel bir sorunundan hareketle toplumun bütününe dair bir perspektife erişmiş ve onun gereği olarak da bu perspektifi savunan bir örgüte üye olmaya yönelmesidir. Bu anlamda siyaset, belki de Antik Yunan’dan beri aynı soruya verilen cevaplardır: İyi bir toplum nedir? Buradan ikinci sorunsala geçebiliriz. Burada ortaya çıkan soru aslında şudur: Siyaset bir sorun çözme sanatı mıdır yoksa aslında bitimsiz olan insan topluluklarının içerisindeki farklılıklarının kaçınılmaz olarak çatışmacı olacak şekilde etkileşime girmeleri midir? Bu aslında topluma dair nasıl bir anlayıştan hareket ettiğimizle bağlantılı bir sorudur: Siyasetin ana malzemesi olarak ortaya koyduğumuz çıkar farklılıklarının doğası nedir? Uzlaşmaları mümkün müdür yoksa bu çıkarlardan hepsi olmasa bile belli bazıları temel ve uzlaşmaz nitelikte midir? Daha ileride ele alacağımız üzere, örneğin liberal gelenek ilkini ön plana çıkarırken, Marksizm ve feminizm gibi siyasal akımlar toplumun uzlaşmaz çelişkiler içerisinde temelden bölündüğünü ve dolayısıyla bu temel çelişkiler arasında uzlaşma ve mutabakatın değil, iktidar meselesinin esas olduğunu vaz ederler.
Dolayısıyla buradan, bu bölümü kapamak üzere şu sonuca varabiliriz: Siyasetin ne olduğuna dair ortaya konan tüm tarifler aslında değer yüklüdür ve örtük de olsa siyasal tutum ve anlayışlardan bağımsız olarak ele alınamaz. Zira bu bölüm içerisinde birçok kez vurguladığımız gibi, siyaset temelde iyi toplumun ne olduğu ile ilgili bir meseledir. Eğer toplumsal ilişkilerin eşitsiz tabiiyet ilişkileri ile örülü olduğunu ve iyi topluma bu tabiiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması ile ulaşılacağını düşünüyorsanız siyaseti de buna göre tarif edersiniz. Yok, bu eşitsiz tabiiyet ilişkilerini ortadan kaldırmanın hayalperestlik olduğunu veya aslında buna dair müdahalelerin toplumu daha da derin tabiiyet ilişkileri altına sokacağını öngörüyorsanız siyaset tanımınız tamamen değişir. Buradan yola çıkacak olursak siyasetin bir bilim olabileceğini nasıl iddia edebiliriz? Bu, bir sonraki bölümün konusu olacaktır.

Kaynaklar(Reference)

  1. https://avys.omu.edu.tr/storage






Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to drhasan33

2 Comments

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.