Dünyanın Merkezi Neresidir?

JC4X...6qYg
11 Mar 2024
25


Dünyanın Merkezi Neresidir?

Ali MASKAN
11 Şubat 2020 12:44

A- A+  

Uluslararası ilişkilerde çeşitli güç ve hâkimiyet teorileri vardır. Kimilerine göre dünyanın belirli kara parçalarına, kimilerine göre ise denizlere hâkim olanlar dünyaya hükmederler. İlgili dönemler itibariyle düşünüldüğünde bu teorilerin elbette kendi içinde bir tutarlılıkları mevcuttur. Lakin insanlık tarihinin başladığı günden itibaren dünyanın bir merkezi vardır ve bu, bugüne kadar hiç değişmemiştir.

Hz. Nuh’un gemisinin nerede karaya çıktığı kesin bir bilgi olmasa da bugün medeniyetin en kadim eserlerinin bulunduğu Mezopotamya’nın kuzey bölgeleri insanlık tarihinin başladığı yerdir. Günümüzde yapılan çalışmalarda Nevali Çori ve akabinde ortaya çıkartılan Göbeklitepe insanlık tarihinin bugün itibariyle en eski yerleşim yeridir. Göbeklitepe’deki bulgular burada yapılan eserlerin altyapısının binlerce yıl daha geriye gittiğini göstermektedir. Göbeklitepe günümüzden 12 bin yıl öncesine dayandığına göre buradaki insanlık tarihine ilişkin bilgilerin bugün itibariyle 14 bin yıl öncesine dayandırmak mümkündür. Belki de yapılacak çalışmalar bu tarihi Hz. Nuh’a kadar çekebilecektir.

İnsanlık tarihinin Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Nuh ile formatlanarak yeniden yoluna devam etmesi bize ister istemez bu tarihi sürecin tamamen dini bir süreçle birlikte işlediğini göstermektedir. Esasında her peygamber dönemi itibariyle bir kırılma noktasıdır. Allah (c.c) gönderdiği her peygamber ile insanlık tarihine yeni bir şey öğretmiştir ve bu bilgiye sahip olan insanlar yeni gelişmelere imza atmıştır. Bakara (31) de “ Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti” ayeti yer alır. Görüldüğü gibi Allah (c.c) yarattığı ilk insan ve peygamberi bilgiyle donatıyor. Hz. Nuh’a gemi yapmasını öğretiyor. Geminin ne olduğunun bilinmediği bir dönemde seçilmiş insanları ve bütün hayvanlardan birer çift taşıyabilecek büyüklükte bir gemi yapma bilgisini veriyor.

Demek ki insanoğlu hayatlarının belirli dönemlerindeki bilgiye ilişkin kırılma noktalarını kendilerine gönderilen peygamberler aracılığı ile yapıyor. Allah (c.c) insan için bir sır, gizem ve bilinmez olanı insanlara öğretiyor. Dolayısıyla insanlık tarihinin merkezi olan Mezopotamya bölgesine belki de binlerce peygamber geldi ve her biri bugün bizler için birer muamma olan Göbeklitepe gibi eserlerin yapılabilmesinin temel bilgilerini insanlara öğrettiler.

Sebe Suresinin 12 ve 13. Ayetlerinde; “ Süleyman’ın emrine de sabahleyin bir aylık, akşamleyin bir aylık yol almakta olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık. Cinlerden de rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık… Onlar Süleyman’a, isteğine göre yüksek ve görkemli binalar, heykeller, havuz gibi lengerler, yerinden kalkmaz kazanlar imal ederlerdi. Ey Dâvûd ailesi! Şükür için çaba gösterin. Kullarım arasında hakkıyla şükredenler pek azdır” der. Görüldüğü gibi Allah (c.c) bir taraftan cinleri Hz. Süleyman’ın emrine verirken diğer taraftan madenleri kullanma ve bunlardan ve topraktan bina ve eşya yapmasını öğretiyor. Allah (c.c) peygamberlerini bizim için bir sır olan ve aklımızın dün olduğu gibi bugün de ermeyeceği bilgilerle donatıyor.

Mısır Piramitlerinden Babil kulesine yapımı bizim için bir sır olan eserlerin binlerce yıl önce nasıl yapıldığını anlamak zor değil. Ama bunun ötesinde sırlarla donatılmış peygamberlerden ilham alan insanların büyücülük, falcılık ve cinlere hükmetme arzuları da hiçbir zaman tükenmemiştir. Hatta bu arzular insanları bir adım öteye taşımış ve onları Tanrı olma yönünde zorlayarak Tanrı-Kralları ortaya çıkmıştır.

Bütün bu sırların içinde Mezopotamya uygarlık tarihinin merkezi olmuştur. Bugün dahi bu bölgeyi bu kadar önemli kılan, bu sırların hikmetine erebilme arzusundan başka bir şey değildir. Başta Hz. Süleyman’ın olmak üzere birçok peygamber ve insanoğlunun sahip olduğu güçlere sahip olmanın temelinde ölümsüzlüğü ve dünyaya hükmedecek gücü bulma tutkusu yatmaktadır.

Bu şekliyle bakıldığında Mezopotamya insanoğlu için maddi değerlerinin ötesinde manevi sırlarıyla dikkat çekmektedir. Dünyanın en çok petrol üreten ülkesi ABD en çok gaz üreten ülkesi Rusya en fazla petrol rezervi olan ülke ise Venezuela. Demek ki burayı farklı kılan bir şey var; bu da yukarıda anlatmaya çalıştığımız dünyaya ait bütün gizemlerin burada olması ve bunun bugün bile deşifre edilebileceği düşüncesidir. Bu nedenledir ki Mezopotamya dünyanın merkezidir. Çünkü Mezopotamya Tanrı Kralların vatanıdır.

Tarihte geçmişi anlamlandırma, uluslararası ilişkilerde geleceği anlama hususunda bir gayretimiz varsa, aşağıdaki haritada belirtilen enlemler ve boylamlar arasındaki kesişim bölgesinin merkezi olan Mezopotamya’nın layıkıyla anlaşılması icap etmektedir. Tarih burada yazılmaya başlandı ve belki de başladığı yerde bitecektir. Tarihin kilit noktası olarak gördüğümüz bu bölgenin insanlık, dinler ve medeniyetin merkezi olduğu şüphesizdir. İnsana dair her şey bu bölgeden başlayarak dünyaya yayıldı.

Burayı kıymetli kılan geçmişin sırları olsa da bugün bizim üzerinde duracağımız husus bu kıymet üzerine inşa edilen uluslararası sistemin analiz edilmesine dair olacaktır. Sistem iki aşamalı değerlendirilmelidir; birincisi merkezin içindeki devletler, ikincisi ise merkezde olmak isteyen devletler. Merkezin içindeki devletlerin doğal olarak stratejik anlamda bir üstünlüklerinin olduğunu kabul etmek lazım. Ancak çevresel aktörlerin bölgede yer alma çabası ister istemez birçok ülkeyi içinden çıkılmaz sorunlara boğmuştur. Günümüzde bölgenin iki “temel” devletinden bahsedebiliriz; Türkiye ve İsrail. Yahudiler bölgenin bir realitesi olmakla birlikte devlet olarak sonradan eklemlendiği unutulmamalıdır. Sonradan eklenmiş olmasına rağmen temel unsur haline gelmesini bir realite olarak kabul etmek durumundayız. Bölgenin “bitişik” devletleri ise Mısır ve İran’dır. Merkezde olmak isteyen “çevresel” ülkeler ise; ABD, Rusya ve İngiltere’dir.

Sahnenin ve oyuncuların bu şekilde belirlendiği filmin konusu aslında çok basit; Mezopotamya’ya hâkim olmak. Oyuncuların en büyük motivasyon kaynağı ise dinleridir; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet. İlk ikisinde müntesipleri dinlerini tahrif etmiş, İslamiyet’te ise müntesiplerinin buna gücü yetmediği için kendilerini tahrif etmektedirler. Bu açıdan bakıldığında bölgeye hâkim olmanın temel güdüsü din, yardımcı unsuru ise uluslararası politikadır.

Temel, bitişik ve çevresel olarak tanımladığımız faktörler tarihin başından itibaren isimleri değişmekle birlikte amaçları hiç değişmeden var olagelmişlerdir. Oyuncular değişse veya sayıları artıp azalsa da oyun hep aynı kalmıştır.

Bu aktörler itibariyle bölgenin bugünkü durumunu analiz etmeye çalışırsak;

Türkiye açısından: Türkler 868 yılında kurdukları Tolunoğulları devleti ile bölgedeki varlığını 1152 yıldır sürdürmektedir. Kaldı ki bunun önemli bir bölümünde bölgenin tamamına hâkim olmuştur. Bilhassa Osmanlı devleti döneminde merkez tamamen kontrol altına alınmış, enlem ve boylamlar üzerinde de en uç noktalara kadar etkinlik sağlanabilmiştir. Dolayısıyla bugün itibariyle baktığımızda haritada işaretlenmiş bölgenin hemen her tarafında dostlarımız ve kültürel bağlarımız mevcuttur. Litvanya’dan Komorlar’a, Fas’tan Hindistan’a kadar olan hatlarda sahip olduğumuz stratejik tecrübe bizim “tarihsel benlik” dediğimiz en büyük kazancımızdır.

Bölgenin temel aktörü olan Türkiye aynı zamanda bölgenin anahtarı rolündedir. Çevresel faktörler bölgeye nüfuz edebilmek için zayıf ve müdahale gücü olmayan bir Türkiye arzulamaktadır. Bu nedenle Suriye ve Irak’taki Türkmenlerin oluşturduğu güvenlik hattının bozulması, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı önemsenmelidir. Bölgeye bitişik ülkelerden Mısır ve İran ile ilişkilerimiz malumumuzdur. İsrail ile bağlarımız neredeyse minimum düzeye inmiştir. Libya’daki dostlarımızla stratejik bir hamle yapsak da bunun devamı hususu oldukça önemlidir. Arap ülkelerinin önemli bir kısmı çevresel faktörlerle ilişkide olmayı tercih ettiler. Tüm bu yaşadıklarımızı dikkate aldığımızda diplomatik girişimlerimiz her geçen gün daha büyük bir önem taşımaktadır.

Tarihsel benlik her ne kadar bizim en büyük gücümüz olsa da, bunun uygulamasında paradoksal bir gerçeklik dikkatimizi çeker. Türkler tarihsel birikimlerini nesilden nesile bir süreklilik içinde aktarmaktansa her nesilde yenilenen bir yeniden doğuşla bu sürekliliği anlaşılmaz bir yöntemle sonraki nesillere taşıyabilmiştir. Her yeni nesil kendisinden öncekinin birikimine doğal olarak sahip olmak suretiyle kendi mücadelesini yapmıştır. Devletler doğal olarak bir birinin uzantısı değil, her biri yeni bir oluşum olarak var olmuştur. Esasında Orhun Abidelerinde de bunu görmek mümkün. Yani Türkler binlerce yıllık bir devlet veya devlet silsilesinin var olması için sistematik bir bilgi paylaşımına sahip değildir. Her lider kendi dönemini düşünür ve yaşar. Ama bu ilginç bir şekilde sürekliliği engelleyici bir durum oluşturmaz. Kimi devletler toplumsal deneyimlerini sonraki nesillere aktarmak suretiyle bir “toplumsal hafıza” oluştururken, Türkler bu bahsedilen özellikleri nedeniyle böylesi bir toplumsal hafıza yöntemiyle çalışmazlar. Çünkü Türklerde toplumsal hafıza yerine “genetik hafıza”[1] kullanılır. Her Türk toplumu veya lideri doğal olarak ne yapabileceğinin farkındadır. Bu yüzdendir ki köle olarak gittikleri ülkelerde bile üç kişiyle bir devlet kurabilecek gücü kendilerinde bulmuşlar ve Atabeylikten İmparatorluğa yaklaşık 140 devletin kuruluşuna imza atmışlardır. Diğer taraftan her mekanizma ve canlının bir yük taşıma gücü vardır. Bütün planlamalar bu taşıma gücü dikkate alınarak yapılır. Burada da 39 arkadaşı ile Çin sarayında kıyameti kopara Kürşat’ı düşünmek lazım diye düşünüyorum.

Bu kavramsal yaklaşım ve günümüz dengeleri kapsamında Türkiye’nin yapabileceği politik atılımlar muhtemelen şu unsurlara dayanacaktır:

  • ABD ve Rusya ile diplomatik ilişkileri eşzamanlı sürdürebilmeli, çıkar çatışmalarını maksimum düzeyde kullanabilmelidir,
  • İngiltere’nin bölgedeki açılımları yakından takip edebilmelidir. Zira bu coğrafyanın toplumsal hafızası Türkler ve İngilizlerdedir,
  • ABD ile stratejik ortaklık süreci doğal olarak İsrail ve Mısır ile ilişkilerimizi de belirlemektedir. Her ne kadar bu iki ülke ile ilişkiler ABD üzerinden takip edilmesi bir gereklilik olarak karşımıza çıksa da bunun bir zorunluluk olup olmadığı ihtiyaç halinde değerlendirilmelidir,
  • Türkiye uluslararası politikadaki adalet, hak, eşitlik, refah, huzur ve barış gibi evrensel söylemlerini ırk, din ve dil ayrımı yapmadan sürdürmeye devam etmelidir,


Write & Read to Earn with BULB

Learn More

Enjoy this blog? Subscribe to rashadat

1 Comment

B
No comments yet.
Most relevant comments are displayed, so some may have been filtered out.